Kayıtlar

Kasım, 2012 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Eşeklerin gözleri güzeldir!

Resim
Beyaz kâsenin içine,  masada tatlı da olsun, ortam zengin görünsün diye dökülen bala musallat olan eşek arılarından rahatsız değildim oysa… Benim balla, eşek arılarının da benle işi yoktu! Tabağımdaki salamı, ayağımın dibinde yalanan küçük, kahverengisi az beyazı bol, yamalı, utangaç kediye attım! Ilık sonbahar sabahını fırsat bilmiş, yaprakları sararmış ağaçların, kendini mevsime bıraktığı, tenha bir kır kahvesinde kahvaltı yapıyordum… Yanımda koltuğumun altında getirdiğim gazetem vardı fakat nedense okumaya pek de niyetim yoktu… Beyaz peynirin neden ekşimik gibi olduğuna takıldım bir süre… Acaba yeşil zeytinin içine şu kırmızıbiberi nasıl sokmuşlardı? Yaz olsa, olmazsa olmazdı ama… Üzerine sinen saman kokusu bir yana, domatesin vakti de geçmişti üstelik! Masaya yensin diye değil, usulen konmuştu… Yamalı küçük kedinin yanına, daha iri, erik gözlü siyah bir kedi daha geldi… Sadece onun duyabileceği bir sesle; “ pissst” dedim hayvana... Oralı bile olmadı.

Necmiye kim?

Resim
Yer aynı yer… Kestaneci neredeyse aynı adam, çökmüş, saçı sakalı birbirine karışmış, mutsuz ve sinirli... Gömleği ütüsüz, ceket; dün gece battaniye olarak kullanılmış gibi… Sanki kestaneci bir köşeye kıvrılıp yatmış da, ceketini de üzerine örtmüş! Karşısındaki daha yaşlı olan ve işitme cihazı kullanan adam, ağabeyi… Aralarında bir husumet var ama ne? “Miras” diyeceğim… Değil. Karıları çekişmiştir bunların… Biri diğerinin dedikodusunu yapmıştır, berikinin kulağına gitmiştir, öteki işin içine girince kıyamet kopmuştur… Belki kestanecinin karısı terk etmiştir evi! Ya da bunu eve almadı… Olabilir. Ceketin hali ne öyle? Yine para vardır işin içinde… Kestaneci ağabeyi olan simitçiye borç vermiştir, yengenin de haberi vardır… Zayıf, kuru, fenalıktan et tutmayan bir kadındır… Yumruk yaptığı iki elini beline dayayıp bağırmıştır kestaneciye; “ sen ne biçim adamsın, alacağını isteyemiyorsun, git yakasına yapış!” Pabuç pahalı olunca… Kahvede iki saat oturup dünyanın ça

Dedesi Paşa Ninesi Fransız!

Resim
Sakalları beyazlamış, gözlüklü, orta boylu, şu kokoreççinin yanında dikilen adamı tanıyorum! Kumsalda, dört merdivenle suya inilen, denize sıfır yazlığı, güzel de bir teknesi var… Çapara çıkar, yemliye takılır, uzun oltaya gezer, pişkovada bekler, aralık ayının sonuna kadar buralarda daha sonra İstanbul’dadır… Teknesinin adını bilirim onunkini bilmem! Hiç sormadım, söylemedi de zaten… Onun evin kıyısından geceleri olta atarım. Neredeyse her akşam içer! Arada misafirleri gelir, mangal yanar, balıklar cazır cazır… Cümbüş, klarnet, darbuka… İki sene evveline kadar; sekiz, dokuz yaşlarında bir kız çocuğu, köpeği ve eşi olduğunu tahmin ettiğim esmer bir kadın da görürdüm yazlıkta… Ya boşandı, ya oluruna bıraktılar bizimkini! Deryaya vurdu kendini. Arada yanıma geldiği, kovaya baktığı ve lafladığımız olurdu… Bir gece yarış atları olduğunu anlatmıştı, harası varmış… Hiç at yetiştiricisi tanımam ama at’ıyor gibi gelmişti ne yalan söyleyeyim… Balık da vurmayınca

Tohumlarımızın Nesli Tehlike Altında!

Resim
 Binlerce yıllık tarım geleneğini barındıran Anadolu topraklarında yetişen yerli tohumlar yaşamın sürekliliğini temsil ediyor. Atadan kalma tohumlarımız; * Lezzetli ve sağlıklı gıdaların temini için birer genetik hazinedir * Binlerce yıldır değişen koşullara uyum sağlayarak günümüze ulaşmayı başarmış numunelerdir * Tarımsal biyoçeşitliliğin önemli bir parçası ve yaşamın sürdürülebilirliğinin olmazsa olmazıdır * Dışarıya bağımlı kalmaksızın ülkemizin gıda güvenliğinin teminatıdır Ancak bugün Anadolu’ya özgü yerel tohum çeşitliliğimiz yok oluyor. Tek seferlik, ticari tohumların egemenliği nedeniyle gıdamızın ve geleceğimizin güvencesi yerli tohumların nesli tehlike altında! Yeryüzünde zengin çeşitlilikteki yaşamı sürdürebilmek, atalık tohumlarımızı gelecek kuşaklara aktarmamıza bağlı. TOHUM TAKAS AĞI, yüzyılların bilgisini taşıyan yerli tohumlarımızın korunup yaygınlaşmasını amaçlıyor. Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği ’nin, Adım Adım Oluşumu desteğiyle yürüttüğü TOHUM TAKAS

Gece

Gece… Gökyüzünde ay, oğlak derisinden yapılmış ve ardından ışık tutulmuş tefi andırıyor… Bilmediğim köhne bir bahçede, dut ağacının kuytusuna saklanmış, üzeri muşamba kaplı masada oturuyorum… Uzakta bir köpek havlıyor… Kime bilmem! Bir sivrisinek geçiyor kulağımın dibinden… Derenin sesine cır cır böcekleri eşlik ediyor… Ay; koyu sarı… Pastırma yazı gibi… Sonbahar gibi… Ayrılık gibi… Yaşlı bir kadının elleri, tanrıların dünyayı izleyen tek gözü gibi… Sessizlik(!)

Minakop!

Resim
Tezgâhta, beyaz mermerin üzerine boylu boyunca yatırılırmış minakopu işaret etti lacivert takım elbiseli adam… Gözlerim siyah ayakkabılarına takıldı… Bu kadar yanıp sönenine uzun zamandır rastlamamıştım… “ Şu balığın adı ne?” “ Minakop!” “ Minakop ne yani?” Bir an küçümseyerek baktı balıkçı, içinden bir lahavle vala çekti, gözlerindeki ışık söndü sonra, acele etmeden ellerini yıkadı, duvardaki havluda kuruladı… “ Minakop balığı…” Anlamaz gözlerle bakmaya devam etti lacivert takım elbiseli, parlak ayakkabılı adam... “ Güzel midir bu?” “ Nefistir ağbiciğim…” “ Hangi familyadan ?” Kahkahayı patlatacaktım, dilimi ısırdım… “ Ağbi lüfer vereyim sana bak hala canlı… Tanesi on liraya düştü, bolluk var bu sene…” “ Yok yok, familyasını söylersen minakop alacağım… Baksana ne kadar gösterişli hayvan… Olta balığı mı bu?” “ Olta ağbi!” “ Biz de balığa çıkıyoruz ama böylelerini yakalayamıyoruz… Çapara gidiyoruz, arkadaşın kayığı var, geçenlerde bir kova istavrit do