Kayıtlar

Eylül, 2012 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Mevsimlerden Sonbahar Aylardan Eylül

Resim
Mevsimlerden; sonbahar... Aylardan; eylüldü... Deniz uykuda, aslan sütü limandı! Masada bir parça beyaz peynir, samanda pişmiş domates, bir dilim de kavun vardı... Gökyüzü yangın yeri, güneş vedalaşıp, el sallamak üzereydi... Siyah beyaz bir fotoğraf çemberinin içindeydim. Bir umursamazlık, bir boş vermişlik, sessizlik, geceyle beraber çöken rehavet... Yüzü; susuz toprak, bıyıkları; güz yaprağı, ellerinde zaman lekeleri olan, bulut saçlı, yaşlı bir adam oturuyordu yan masada... Benim göremediğim birine gözlerini kısarak bakıyordu... Azarlamıyordu, öğüt dinler gibiydi daha çok... Geç mi bulmuştu, çabuk mu kaybetmişti, bilinmez! O şarkıyı istedi, dili nasırlı udiden... Pancar motorun gürültüsü yırttı geceyi, en son düşmanının da ölümüne şahit olmuş ve muhakkak gözlerinin içine bakmış savaşçı edası ile ayakta, dik duran, yağmurluğa sarınmış balıkçıyı seçtik önce, ekmek teknesinin mavi rengini gördük sonra... Livardan coşkuyla çıkarttığı lüferlere, yorgun yüzüne, masaya

Teselli

Resim
Yürüyorum... Kilo alan, saçı dökülen, parayı bulan, e parayı buldu diye yürüyüşü değişen, ensesi kalınlaşan, babadan kalan zuladaki liralar suyunu çekince bağı, bahçeyi, evleri en son arabayı satan, nihayetinde eller dize kadar pantolonun ceplerinde, parmak arası terlikle gezen... Önce işini sonra eşini en son aklını kaybedip olmadık heveslerin peşinde koşan... Hayallerini; yabancı memleket dilberlerinin, güney sahillerinin, kolay paranın, ne yapsam da köşeyi dönsem düşüncelerinin süslediği... Tanıdık simalara tesadüf ediyor, durana hal hatır soruyor, acelesi olanla selamlaşıyoruz... Kiminin dilimin ucunda olan adı hatırıma gelmiyor... Size de oluyordur! Düşün düşün çıkarana kadar akla karayı seçiyor insan... &&& Yolum kenar mahallelere düşüyor... Tıka basa dolu çöp tenekeleri, boş ve yılmış gözlerle bakan, pireli sokak köpekleri, birbirine yaslanmış boyasız, bakımsız tek katlı evler, lağım kokusu, sıcağa karışan yapış yapış ter kokusu, kazılmış sokaklar, kap

Bir çocuğu sevindir

Resim
“ Ben aldıktan sonra mahallede herkes köpek aldı” diyor Gürkan ağbi, eliyle betonun üzerinde uykuya dalmış, derin nefesler alırken karnı şişip inen, kahverengisi çok, beyazı az yavru av köpeğini gösteriyor... Hava sıcak, üzümleri toplanmadan çürümüş bir asmanın altında oturuyoruz... Sofraya benzer iki mavi masa, ahşap tabureler... Çay... İşlerden konuşuyoruz... Eylül ayı, dert ayı! Vatandaş odun kömüre mi para bulsun? Çocuğuna önlük mü alsın? Geçen yıl giyilen botlar, ya delindi ya küçüldü, pantolonların dizleri çıktı, kabanın modası geçti, kim bilir belki astarı da yırtıldı... Üzerine ev kiraysa? Tek maaş, üç çocuk! Çorlu’da radyoda çalışırken, ağzından salyalar akan, Saint Bernard cinsi bir köpeğimiz vardı, sürekli hüzünlü bakar, ağzına ne geçirişe çiğnerdi! Adı? Biber miydi neydi yahu? Hayvan hela bellemişti, sekreter masasının önündeki zemine, mermere işerdi... Ama ne işemek? Toprak olsa çekecek ama mermer bu! Ben gölü görünce stüdyoya kaçar, pas pas yapılana kad

Odisya uyudu şimdi

Resim
Ne zaman İstanbul’un nüfusu azalmaya başlar, işte o zaman memlekette işler iyiye gidiyor demektir... Salonda kitap okurken hiç sebepsiz cam sehpanın üzerinde duran not defterine karaladığım cümle bu... Yoksa İstanbul’dan bana ne! Derdim yazlıkçılarla! Okulların açılmasını ve tatilcilerin kışlıklarına dönmesini bekliyorum ki sahiller tenhalaşsın, kumsal biz kıyı balıkçılarına kalsın... Pastırma yazına kadar ne yakalayabilirsek... Salonun duvarında bir İstanbul resmi var... Ben aldım da, neden aldım bilmem! Sabah, güneş doğmak üzere, ortalık kızıl... Süleymaniye Camii’nin üzerinde bir aydınlık... Denizin ortasında eski zamanlardan kalma büyükçe bir balıkçı teknesi, martılar etrafta çığlık çığlık... Kıyıya yakın takalar... Su kıpır kıpır... Bir ferahlık, bir dinginlik, bir sessizlik... Aklımda Odisya var! Ve söylediğini bildiğim fakat duyamadığım şarkı... Babası bahçıvan ırgatı olmasaydı, okurdu, okumak bilse, okurdu da uyumazdı ( Sait Faik- Kaşıkadası

10.09.2012

Milli Takım kazansa ne kaybetse ne! Sanki son maçlarını oynadılar... Adı üzerinde ‘oyun’ işte, kazanmak da var, kaybetmekte... Bir ara kendimi, Abdullah Avcı’ya; “Selçuk’u oyuna al” diye bağırırken yakaladım, o kadar kendimden geçmişim! Belki içtiğim kadar içmediğim biraların etkisi vardır... Kim bilir? &&& Hazır aklıma gelmişken sizlere üzerime vazifeymiş gibi iki balık lokantası önereceğim! Silivri-Olta Gelibolu- İlhan’ın Yeri Kim ne derse desin, deniz mahsulü deniz mahsulü işte! ( Bu cümlelere itiraz eden çok olacaktır) Nerede yerseniz yiyin, ızgaranın başındaki adam, mezeci, çok kötü değilse tatlar birbirine benziyor... E rakının tadı da her yerde aynı şimdi! Öyle eskisi gibi; “ Ali bize Tekirdağ rakısı getir” diyen olmuyor... Fark ne? Temizlik, Güleryüz... Yani; çalışanlar sipariş vermek için çağırdığınız zaman öf pöf yapmıyor... Oturduğu zaman keyif alıyor insan... Hem keyif almayacaksak neden balık lokantasına gidelim? &&&

ÖZÜ SU

Farklı olduklarını anlatırken sıradanlaşan insanlara tesadüf ediyorum... “Tesadüf” dedim! “ Kader” diyelim... Efendim kader, farklı olduğunu anlatmaya çalışırken, diğerlerinin sureti, kuş kadar sıradan, kedi kadar bol insanlarla karşılaşmama sebep oluyor... Bir inanca göre onları ben çağırıyorum! Bir inanca göre de onlar beni buluyor! Bir şekil de... İnsanlar şekil şekil de... Alayının özü su! En kibirlisi ve en mütevazısının da...