Kayıtlar

Mayıs, 2012 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Olur mu olur

Resim
Ansızın, hiç hesapta yokken, öğle yemeğinin ardından üzerime çöken miskinliği, serin bir ağaç altında uyuma isteğini, orta şekerli kahve ile kovmaya çalışırken... Altında oturduğum akasya ağacının yapraklarına yağmur, ardından dolu taneleri düşmeye başladı! Önce karasinekler ardından ben ve tanımadığım ne kadar kasketli adam varsa köy kahvesinin içine doluştuk... Yarısına kadar dolu kahve fincanı ve bir bardak su dışarıda tahta masanın üzerinde kaldı! Cama yakın oturdum... Kahvehanenin bir duvarına iki raf çakılmış üzerine “Kütüphane” yazılmış... Kitaplar emanetçiler tarafından alınıp getirilmediği için sararmış gazetelerin dantel örtü niyetine kullanıldığı raflar boş! Kahveciye, sözde kütüphaneyi işaret ederek; “ Ağbi kitaplar nerede?” “ Amaaan bir ara er kavede kitaplık olacak dedilerdi, çaktırdılar bize bu tataları, rüya tabiri mabiri bulduk... Köyde kitap okuyacak adam mı kaldı, amma yaptın a! Erkez kasabada fabrikada çalışır... Bende kapatçam kaveyi zaten! Kapat

Sen ne dersen onu içerim

Resim
Dokunan olmasa akşama kadar otururum burada... Yok yok bir hafta otururum! Geceleri nasıl güzel oluyordur kim bilir? Havuz dolu olsaydı ve fiskeyeler çalışsaydı... Elinde tepsi ile şapkalı uzun boylu, kır saçlı bir amca geziyor masaların arasında... Gömleği, pantolonu ütülü... Birilerinin babası, birilerinin dedesi muhakkak! Emeklidir kanımca... İçkisi, sigarası, gece hayatı ve hiçbir kötü alışkanlığı yoktur, olmamıştır... Yıllarca erken kalktığı için erken de yatmıştır, çok seyrek mahalle kahvesine çıkıyor, ay sonlarında aldığı öteberiyi utana sıkıla bakkala yazdırıyor, eli bollaşınca da ilk iş borcunu ödüyordur... Sorsam birine “temiz adamdır” diyecek besbelli. Evde oturmaktan bezmiştir, yengeyle incir çekirdeğini doldurmayacak sebeplerden atışmalar başlayınca... Tanıdıklardan çay bahçesinin sahibi de “gel istersen” deyince... Evde oturmaktan, kadın dırdırından iyidir be yahu! Hem, bütçeye katkıdır. Çalışmak ayıp mı arkadaş? Bak elin adamlarına, görmüyor muyuz

Uludağ Doğal Madensuyu'nun 100 Yıllık Hikayesi

Resim
1912 ...Padişah Sultan Mehmet Reşat Han tarafından, Osmanlı İmparatorluğu döneminin ilk maden suyu işletme imtiyazı, kaynak arazisi 1870'lerde alınmış olan Uludağ Maden Suyu (o zamanki adıyla Keşiş Dağı Maden Suyu)'na verilmiştir. İmtiyaz belgesi 26 Mayıs 1912 tarihinde Dolmabahçe sarayında imzalanarak İbrahim Talat Bey ve Mehmet Fuat Bey tarafından alınmıştır. Keşiş Dağı Maden Suyu işletmesinin o dönemdeki ortakları arasında Girit'li Sıtkı Bey (Ulusu) ile bir Fransız yatırımcı da bulunmaktadır. 1920' li yıllarda İbrahim Talat Paşa'nın vefatı sonucunda hisseleri eşi Şerife Hanife Güzide Hanımefendi'ye ve İtalyan yatırımcı Guido Parodi'ye devredilmiştir. Yine aynı yıllarda, Fransız yatırımcının hisseleri de ortaklara devredilmiştir . 1925 ...Bursa’da bir grup öğretmen tarafından daha önce kurulan özel encümen, 1925 yılında Coğrafya Encümeni’nin de ilk şubesi olarak kabul edilmiştir. İşte bu ilk şubenin düzenlediği Keşiş Dağı’na tı

Madeni para bozuk insan

Resim
Cebimde getirdiğim madeni paraları tezgâhın üzerine bırakınca yüzünü buruşturdu; “ bunlar da nereden çıktı” der gibi baktı... Anlamazdan geldim, iki bira istedim... “ Sadece iki tane mi?” “ Evet!” “ Hayırdır?” Ayaküstü uyduruverdim; “ Sıkışığım bugünlerde... Evin kirasını da ödeyemedik!” “ Ev senin değil mi yahu?” Bana sürekli “siz” diye hitap ederdi! Para yok deyince “sen” oldum... “ Sattım evi!” “ Kaça verdin?” “ Boş ver şimdi...” “Haberimiz olsaydı...” Haberi olsaydı evi ucuza kapatmanın yollarını arayacaktı besbelli... “ Evde başka bozukluklar da var... Getirsem sorun olur mu?” “ Getir, bakarız!” Neyine bakacaksa... Ya, borç para isteseydim? Ya, yaz biraları deseydim? &&& Arada umutlanıp pembe ile kırmızı arası düşlere dalıyorum... “ insanlar düzeliyor” diye geçiriyorum içimden, “iyiye gidiyoruz” martavalları anlatıyorum kendime... Olmadık zamanlarda bir avuç madeni para, ayaklarımın suya değmesini sağlıyor... İyi oluyor!

İş hayatı geyikleri

Resim
Beni burada herkes tanır, yoldan çevir birini sor! Çevrem geniştir, başın sıkıştığında ara! Başkaları gibi olamıyorum. İlişkilerimde seçici davranıyorum... Böyle mutluyum! Tam ben de seni arayacaktım... Görüşemiyoruz, özledim yahu. Atla gel bir akşam rakı içeriz, ben seni bırakırım! Kalp kalbe karşıymış yahu! Bu hafta dört şirketten teklif aldım, kararsızım! İnan amacım para kazanmak değil, çorba çıksın yeter! Biz yardımlarımızı gizli yapıyoruz! Kız arkadaşa zamanım yok... Çıkmakmış, sevgili olmak, nişanlanmak, evlenmekmiş, bana manasız geliyor! İşimle evliyim. Ruslar var! On beş yıldır bende bu araba, kıyıp satamıyorum! Kimse beni sevmek zorunda değil... Ben herkesi seviyor muyum? İş hayatında var böyle şeyler, normal! Amatör ruhla çalışıp profesyonel düşünmek lazım! Para önemli değil! Adamla iş görüşmesi yapıyorum ilk olarak maaşı soruyor. Arkadaş sen önce bir çalış, kendini ispat et, kazandır, parayı nasıl olsa kazanırsın! Yunanistan anlatı

Totem

Resim
Bir “totem” muhabbeti aldı gidiyor ya! Bu yıl olduğu gibi şampiyonun son maçta belli olacağı sezonlarda, işin içinde Galatasaray varsa... Sene boyunca tüm maçları izlediğim halde, cep telefonunun çekmediği bir yerlere balığa gidiyorum! Aklıma gelmişken; Şükrü Saraçoğlu’nda locası olan tüm şirket yöneticilerine; beni maça davet ettikleri, gelemeyeceğimi söyleyip, sebebini açıkladığım zaman gösterdikleri anlayış için ayrı ayrı teşekkür ederim... İsteseydim karşılaşmayı; Ertuğrul Özkök, Ahmet Hakan, Eyüp Can ve Uğur Dündar’la izlerken beleş dağıtılan “Godiva” çikolataları mideye indirebilir, evde misafirlere tutmak için paket yaptırabilirdim! Yapmadım! Zamanımı Atila ve Ünal’la Kıyıköy’le Kastro arasında yerini dadananlar olmasın, kalabalık yapmasın diye söylemek istemediğim, erik rengi, ince, nazlı akan derenin kenarında, kırmızı mantara bakarken, tatlı su kefallerinin, oltanın ucuna taktığımız hindi ciğerlerine aldanmasını bekleyerek geçirmeyi tercih ettim... Hoş Atila misa

Laf işte

Yeni biçilmiş, kokusuna doyamadığım çimlerin bittiği, denizin bağrına yaslanmış yosunlu kayaların başladığı, arafa bilinçsizce atılmış bankta öylesine bir zamandır oturuyorum... Kıyıya demirlemiş yelkenli, ardında balıkçı tekneleri... Seyrek, eşofmanlarını giymiş, spor ayakkabılarının bağcıkları fiyonklu, güya sporuna koşan, yürüyen, kafası başka yerde insanlar geçiyor... İçlerinde, tanıdığım halde göz göze gelemediğimiz için selamlaşamadıklarım var... Hoş, yalandan gülümsesek, yılların verdiği alışkanlıkla başımızı öne doğru eğsek, biraz samimiysek, “samimiyet” derken; mevsimler içinde diğerlerinden daha fazla karşılaşıyorsak ve “ merhabalaşsak” ne değişecek? Bir selamdan, bir merhabadan değişim beklemek çocukluk ya! Laf işte... Can sıkıntısı benimkisi... Kimine göre; gaf işte!

O zarif ince asil kadın!

Resim
Güneşli bir gün, hafta sonu... Sahil kalabalık... Tekirdağ’da önüme konan işaret parmağının yarısı büyüklüğünde köfteleri, ayran eşliğinde mideye indiriyorum... Sol tarafımda oturan masada; bakmaktan kendimi alıkoyamadığım, mini etekli, kırmızı pabuçlu, giydiği kıyafet sebebiyle göğüsleri neredeyse degajesinden fırlamak üzere olan, kuaförden çıktıktan sonra soluğu köftecide almış, dikkat çekmek adına elinden geleni yapmış, bana göre başarılı da olmuş “dolgunca” olarak nitelendirebileceğim bir bayan var... Sahi; sarışın! O bardaktan su içiş! Efendim, çatalı tutan sağ elin küçük parmağının asalet emaresi hareketleri! O köfteyi çiğnedikten sonra peçeteyle kırıla döküle ağzın silinişi... O bin bir nazla bacak bacak üstüne atış... O marulun kıtır kıtır dişlenmesi... O zarafet! O letafet! O kibarlık! O incelik! Bizim roman havalarının aralarında kullanılan kelimeler vardır, onun gibi; “ Yıkılıyo!” “ Dökülüyo!” Köftemi bitirip, yemekten sonra ikram edilen

Zamane müesseseleri

Resim
Soba satıyorsa; şubat ayında yok satar, temmuz sıcağında kampanya yapıp boruları bedava verir, üzerine bacayı temizler... Aşure satıyorsa, elinde kap olmaz! Pilavcıysa; dereyi geçerken kazanı değiştirir! Üretimi yetiştiremez! Olmaz ya, ola ki yetiştirdi, malı dağıtacak eşek arabası bulamaz, hadi eşek arabasını da denkledi, kılavuz bulamaz! Hadi kılavuzu da buldu, adam görünen köyü bulamaz! Üretemez! Satamaz! Hadi sattı, parayı alamaz... Hadi mangırı da kaptı, saklar; ertesi gün nereye koyduğunu bulamaz...

Ya balık olman lazım ya içmen

Resim
Sebze bahçeleri arasına sıkışıp kalan dar patikadan şırıltısını duyduğum dereye doğru iniyorum... Sırt çantam, oltam... Domates, peynir ve bir avuç yeşil zeytinden oluşan öğle yemeğim... Papatyalar, kendini rüzgârın ellerine bırakmış en nazlı halleri ile sallanan gelincikler, kötü olduklarını anladıkları insanların yüzüne, sıfatına, şekline bakmadan tüküren, kişilikli söğüt ağaçları... Kuş sesleri, güneş... En çok sessizlik! Su çekiyor beni... Dinlendiriyor. Balık işin bahanesi! Televizyondaki reklamlara inat, cep telefonumun çekmiyor olması huzur veriyor... “ Neredesin, ne yapıyorsun, müsait misin” gibi manasız olduğu kadar gereksiz sorulardan bir süreliğine kurtulmuş olmak keyif verici! Çimlerin üzerine sırt çantamı bırakıp, oltamı; kırılıp dökülen erik rengi derenin koynuna atıyorum... Bir yabancının kendi bölgelerine girdiğini anlayan kurbağalar susuyor sırtımı dayadığım ağaçtan havalanan göremediğim bir kuşun kanat seslerini duyuyorum... Gözlerim kırmızı m

Geçer...

Uzaktan bir gemi geçer... Yanımdan kuyruksuz  kedi, üzerimden martı... Yorgunum be canım, iş çıkışı iki kadeh attık mahalleden çocuklarla... Saat geç oldu, ben istemem amma birazdan içim geçer... Acı geçer... Yar üfler, geçer... Kapanmayacak sandığın yara, önce kabuk bağlar sonra geçer... Fark etmezsin zaman geçer... Yüzün yok hatırımda... Sesin de! Engel olamam, aklımdan... Sen geçersin...