Kayıtlar

Ocak, 2012 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Unutulmuştur

Resim
İki katlı büyük bir ev olduğuna göre zengin birininmiş demek... Fukaranın nefesi yetmez böyle bir hanede oturmaya... Gün doğusuna bakan cumbasında beş tane camı var. Kaç tane odası, kaç tane mutfağı, kaç tane hamamlığı vardır? Kim bilir! Küçük, yuvarlak bir havuz... Kuyu mu yoksa? Bahçede meyve ağaçları... Dut, badem, kiraz... Ne ararsan var... Bu ev eskiden, bayram sabahlarında ne şenlikli oluyordur... Yaşasa yaşasa kalabalık bir aile yaşamıştır burada... Dede, torunlar, halalar, amcalar... Yaz gecelerinde sofralar kurulmuştur havuzun başına, hafta sonları gün ışıyana kadar sohbet edilmiştir... Evin büyüğü kaç defa yatağından doğrulup açık pencereye doğru bağırmıştır; “ Yatın ulan artık, sabahleyin erkenden dikeceğim hepinizi!” Gençler ağızlarını tuta tuta gülüşmüştür... Düğünler yapılmıştır avluda... Koca koca tencerelerde, kavurma, pilav ve hatta zerde pişirilmiştir... Masalar dizilmiştir evin kuytusuna... Kat kat davul, zurna çalınmıştır, düşmana inat! Zamanı gelince genç kızları

Madem öyle

Resim
Işıklar sönüp de insanlar karlı geceye yatıp, buz gibi bir sabaha uyanmadan evvel... Camları açıp, bir sigara yakıyorum... Keşke manzaramız güzel olsaydı da ballandıra ballanıdara anlatabilseydim! Ne ışıl ışıl yolcu gemileri geçer buralardan, ne ada vapurları yanaşır bahçemize... Etrafını ağaçların çevirdiği, nereye çıktığını bilmediğimiz uzun patikalarda faytonlar gezmez... Başınızı yastığa koyduğunuzda arnavutkaldırımında yürüyenlerin ayak seslerini, öksürüklerini, topuk tıkırtılarını, bozacının sesini duyamazsınız... Kumsalı dalgalar dövmez... Lodos, camları iki eli ile tutup sarsmaz... Kurbağaların vırakladığı, yaz aylarında ayaklarımızı sokup serinlediğimiz, söğüt ağaçlarına sırtımızı verip, olta attığımız bir derecik dahi akmaz... Yakınlarda orman, koruluk, ağaçlık hadi fidanlık bile yoktur... İnsan; “horoz ötsün de zamansız ötsün” der mi yahu?    &&& Uzaklarda yanıp sönen ışıklar, bacalar, yüzünü güneşe çeviren ayçiçekleri yerine, gözlerini bilmem nerelerdeki uyd

Bizim Bahçe

Resim
Griye boyanmış, emekli kamyon jantlarından yapılma soba ile göz temasındayım... Utangaç biraz! Kapağı açıldığında sanki bir şey söyleyecek de neden bilmem vazgeçiyormuş gibi! İnadına nazlı yağıyor kar Edirne’ye... Rüzgâr yok, ses yok, çıt yok! Kuytusuna sığındığım kahvaltı salonunun garantisinde, cama neredeyse burnumu dayamış, ekmek kırıntılarını gagalayan serçeleri izliyorum... Gece burada kalayım diye geçiriyorum içimden... Akşam da ya Kime Ne ’ye, ya Zindan Altı ’na olmadı Asmaaltı Ocakbaşı ’na giderim... Ya kar dinmezse? Ya bir hafta devam ederse? Eskiden olsa yarını, öbür günü düşünmeden otelde alırdım soluğu... “ Ne kadar kalacaksınız?” diye soran resepsiyon görevlisine “kısmet” derdim gevrek gevrek... Bir şişe Yakut ’u gazete kâğıdına sardırır sıkıştırırdım koltuğumun altına, oldu olacak bir kangal da sucuk en baharatlısından... Kapağı Kent Ormanı ’na atardım... Soğuk olur ya, varsın olsun... Ruhumuz donacak değil ya! Tek başıma tadı çıkmaz, ahbap da lazım... O’nu da bulurdum

Bir çay içimi

Resim
İri, yeşil gözlü kara kedi, paçama sürtününce irkildim... Balık tezgâhındaki göbekli, sözde kızdı kediye; “pisssst!” Kedi oralı bile olmadı... Göbekli, bıyık altından güldü halime... Boş bulunmuştum, ellerim siyah kabanımın ceplerinde, gözlerim beyaz mermerlere serilmiş balıklarda, ne düşünüyordum kim bilir? Karidesleri haşlayıp, ayıklayıp, köpükten yapılmış tabaklarda satıyorlar artık... Püsür işi! Bir avuç karides on lira... Yersen! Balık da yok denecek kadar az zaten... Yer gök somon turuncusu... Çakma levrek, çakma çupra, çakma... İstavrit ve hamsi de suyunu çekerse, önümüzdeki yıllarda balık yiyemez bu millet... Kediler, martılar, ben... Yürüyüşe çıkmış, şemsiyeleri ellerinde üç yaşlı hanım... Boş çocuk parkı, ıslak kaydırak ve zincirleri paslanmaya yüz tutmuş salıncaklar... Duman ve koku? Balık, ekmek! Balık; Norveç uskumrusu... Ekmek; yerli! &&& Islanmasın diye, yaz aylarında çay ocağının önüne serpiştirilen plastik tabureleri içeriye almışlar... Ocakta üç masa, m

Bakış açısı

Resim
  Ekonomimiz... Gerçekten iyiye mi gidiyor? Borcu olmayan var mı içinizde? Kazandığı paradan fazlasını harcamayan? Geçinebilen? Kredi kartı takıntısı olmayan? Bankaya kredi taksiti ödemeyen? Para biriktirebilen? Varsa öyle insanlar, güzel gerçekten! &&& Peki, her şeyi bir kenara bırakalım, neden son dönemde televizyonda vatandaşa umut aşılamaya çalışan reklâmlar çoğaldı? Tesadüf mü? Yoksa reklâm veren firmaların elindeki Türkiye verileri iç açıcı değil mi? &&& “ 2011 yılında yapılan bir araştırmaya göre... Çöken her ekonomiye karşı, bebek bekleyen 477.669 çift var!” Çöken ekonomilerle, bebek bekleyen çift sayısını kıyaslamak ne derece mantıklı? Merak ettim, aynı reklâm filmi, başta Yunanistan olmak üzere krizle boğuşan diğer Avrupa ülkelerinde gösteriliyor mu? İşsiz bir Yunanlıyı dirseğinizle dürtüp ; “ekonominiz çöktü ama moralini bozma komşu, bak bebek bekleyen neredeyse beş yüz bin çift varmış...” deseniz... Adam cebinde kalan son parayla, size gazoz

İstisna sizsiniz!

Resim
Kolay aslında... “İnsanlarla arayı iyi tutmak” diyorum, kolay aslında... ‘Ne diye insanlarla arayı iyi tutayım ki’ düşüncesindeyseniz, saygı duyar, size katıldığımı bile söyleyebilirim... Ne gerek var? Mahalle bakkalıyla, öğle yemeklerini yediğiniz esnaf lokantasının sahibi, akşamları arkadaşlarınızla buluşup iki tek attığınız meyhaneci ile... Aranız iyi olsa ne, olmasa ne olacak? Hükmünüz paranıza geçer! &&& Veresiye yazdırdığınız mahalle bakkalı , meyhaneci sizi ne kadar idare eder? Bir ay, iki ay, üçüncü aydan sonra siz hem bakkalı, hem meyhaneyi, hem evinize gittiğiniz yolu değiştiriyorsunuz zaten! Evi, mahalleyi, şehri, ülkeyi değiştiren var! Elinize biraz para geçince de, önce kredi kartı borçlarınızı ödüyor, limit yettiğince alışveriş merkezlerinde fink atıyorsunuz... Günün birinde bakkal dükkânı veya meyhane açarsam, size veresiye vermem! Çoğunuz borcunuzu ödemiyorsunuz çünkü...(!) Ödeyenleriniz de illallah ettirene kadar sallıyor... Gücenen mücenen olur diye kı

Savaş Atı- War Horse

Resim
Bir zamanların madalyalı savaş kahramanı, şimdinin alkolik çiftçisi Ted, iki arkadaşı ile birlikte, sabana koşmak için, güçlü kuvvetli bir at almak amacıyla İngiltere kırsalında kurulan pazaryerine gelir... “ Sağ tarafta atlar, sol tarafta cebinde para olan adamlar” vardır! Ted arkadaşlarının tüm uyarılarına rağmen, görünüşte çiftlikte işine yaramayacak, yarı safkan bir tay için “bir gine” vererek açık arttırmayı başlatır... İki gine verilir... Ted, üç gineye çıkar... Arkadaşları yaşlı Ted Narracott ’u atın işine yaramayacağı konusunda tekrar uyarır... Ted’in kiracısı olduğu çitliğin sahibi, kalantor Sir Easton rakamı beş gineye yükseltir... Ted saniye düşünmeden “ altı gine” der... Easton; “yedi” Ted; “ sekiz” Arkadaşları Ted’i çiftlik sahibi ile dalaşmaması konusunda ısrarcıdır... Easton; “ on ” Ted; “ Bu kasabadaki herkes kadar iyi bir adamdan on bir gine” diye bağırır! Easton sinirlenir, şapkasını eline alır ve rakamı yirmi beş gineye yükseltir... Pazarda bulunan herkes, tayı

Duruma göre çevreciyiz

Resim
Bu gece soldan soldan esiyorlar yine... Dahi fizikçi dünyaya bin yıl ömür biçmiş... Sahi sürer mi o kadar, dünya bin yıl daha döner mi? “İnsanlığın türünü devam ettirmesi için başka gezegenlere gitmesi şart” demiş adam... Bu gezegeni el birliği ile temize havale ettik yani! Başka gezegene gidemeyelim... Ciddi söylüyorum, bilmem kaç bin yıl sonra dünyanın başına gelenler, başka gezegenlerin de başına gelmesin... Virüs gibiyiz yahu... İçine girdiğimiz sistemi çökertiyoruz! &&& Kedi gibiyiz hee... Hem elimizden geleni yapıyor, hem bağırıyoruz... “ Denizlerde balık kalmadı !” Ulan nasıl kalsın? Kanalizasyon borularından deryaya gül suyu mu akıyor? Yıllardır... Sifonu çekerken iyi! Çamaşırlar; bilmem kaç devirli makinelerde sakız gibi oluyor lakin deterjanlı sular, atta mı gidiyor? Trakya ’da Ergene ’nin semtine uğranmıyor, kara zift gibi bir şey akıyor su yerine... Nereye dökülüyor, Ergene ? Büyük Okyanusa ’ mı? Orada nasılsa bir hortum hâsıl oluyor, ne kadar sanayi atığı, t

Tembellik güzeldir

Resim
Neden bilmem!  İlle de bu havalarda aklıma gelir; söğüt gölgesi... Aylardan temmuz veya ağustos olacak... Sarı sıcak ortalığı kavururken,  göl kenarında bir söğüt ağacına sırtını yaslayacak, hiçbir şey düşünmeden, kâh gökyüzünün maviliğine takılacak, kâh otların arasında yürümeye çalışan kaplumbağanın miskinliğine imreneceksin... Oltan suda olacak... Balıklarla dans eden kırmızı şamandıraya gülümseyeceksin... &&& Çalışıyorsan, yani hava kararıp da söğüt gölgesi ile vedalaştığının ertesi günü, sabahın köründe kalkıp gidebileceğin bir işin varsa, keyiflidir tembellik... Yanında yatılır da, tadından yenmez hatta... İşsizsen, boğar! &&& Çalışmadığım dönemde, ne zaman uyanırsam artık arabaya atlar sahile giderdim... Ters çevrilmiş ve unutulmuş bir kayığın kuytusunu mesken edinmiştim, kayığın ismi nispet yapar gibi; umuttu Denize girer sonra kumların üzerine serdiğim havlunun garantisinde uyurdum... Uyanınca tekrar denize girer, hava kararıp da plajdan

TRT seçmesin arkadaş

Resim
Büyükyoncalı civarında ‘ Bozapa ’ diye anılan mesire yerinden geçiyorum, hava kararmış, ağaçlar uzaktan bakıldığında eteklerini savura savura koşturan genç kızları andırıyor... 17 Ağustos depremini takip eden günlerde geceleri mesken tutmuştuk burayı... Arabanın kuytusuna, battaniyeleri serip, yıldızlara baka baka uyuyorduk... Yaz ayları olmasına rağmen sabaha karşı çok soğuk oluyor, ısınmak için yaktığımız ateşin üzerine su döküp, yavrukurt kimliğimizden sıyrılıp işe gidiyorduk! Depremi ve çekilen acıları bir kenara bırakırsak, en azından benim ve birlikte sabahladığımız arkadaşlar için keyifli günlerdi... Radyo açık, kanallardan birinde haberler var; “ 2012 Eurovizyon Şarkı Yarışması’nda Türkiye’yi Can Bonomo temsil edecek!” &&& Can Bonomo da kim ?  diye geçirdim içimden... Sorumu cevabını kendi kendime mırıldandım! Kesin birilerinin akrabası, yeğeni, hemşerisidir! Durduk yere neden adı sanı duyulmamış birini göndersinler ki yarışmaya? Torpillidir! Arkası, dayısı

Işıklı vitrinlere bakıp kandırıyoruz kendimizi

Resim
İnsanların her hafta sonu, döner kapılardan sırayla sürtünerek geçip bu alışveriş merkezine gelme sebebi, mekânın popüler olması mı? Giyim mağazaları? Kebapçılar, dönerciler mi? Bir kahvenin, esnaf lokantalarında yenen öğle yemeği fiyatına satıldığı, kafeteryalar mı? Günde ortalama sekiz saat çalışan insanların, hafta sonları ihtiyaçtan sosyalleşme isteği mi? Nüfusu üç yüz bine dayanmış şehirde, sinema salonlarının burada toplanmış olması mı? Işıklı vitrini sayesinde, internetten çok ucuza alınabilecek kitapları iki katına okutan, kitapçı mı? &&& Toplum olarak acınacak haldeyiz! Sebep bu! Alternatif yok... Daha açık yazayım; gidecek bir yerimiz yok ... &&& Haftada iki, bilemedin üç defa geliyorum buraya... Pazar günleri otoparkta yer ararken helak oluyorum! Ne çok araba var... Uzağa, lunaparkın aşağısına park edip, eller ceplerde bayır yukarı yürüyorum! Hadi hafta sonu geliş sebebim belli! Berber... Hafta içi kitapçıya uğruyorum, her defasında kitap mı alıy

Nereye gitti bizim Trakya

Resim
Yağmur yağıyor. Sessiz, sakin... Eh, biraz da çamurlu yollardayım... Tenha Trakya köylerinden geçiyorum... Çoğu kerpiç evlerin bacaları tütüyor... Evler hepinizin bildiği gibi... Hani; ilkokula başladığımızda küçük resim defterlerine çizdiğimize benzer, iki pencereli, dışarıdan bakıldığın da yanan ampulü görünen... Üzerinde kuşların uçtuğu... Bahçeli, bir başına... &&& Fırsat buldukça köy kahvelerinde küçük molalar verip, kasketli ağbilerle sohbet ediyorum... Çoğu; “ emekliyim” diye başlıyor cümleye... Öğretmen, memur, işçi... Hikâyeleri neredeyse aynı! Ya okumak için ayrılıyorlar köyden... Ya da askere gidip geldikten sonra... Düğünde tanıştığı kızın peşinden gidenlere de rastladım! Laf aramızda onları daha bir cesur buluyorum ... Serde delikanlılık olunca, bırakmak , gitmek , kopmak daha kolay oluyor tabi... &&& Çay ısmarlıyorlar, mutlaka “karnın aç mı diye” sorup içten, samimi davranıyorlar... Hepsinin anlatacak uzun hikâyeleri var ama dinleyecek adam y

Olacağımız olduk!

Resim
İki adam hastane bahçesinde sudan bir sebepten kavga ediyor, genç olan bıçak çekip kır saçlı olanı onlarca kişinin gözü önünde defalarca bıçaklıyor... Vatandaşta tık yok! Araya;   kaşık düşmanı , saçı uzun olduğuna bakmadan! Mangal yürekli bir kadın giriyor... Erkekler de tık yok! Görüntüler yabancı değil bize, benzerlerini daha önce de, defalarca, televizyon ekranlarında, ana haber bültenlerinde görmüştük... &&& Adam kadını apartmandan çıkartıyor, silahını çekip kafasına dayıyor ve tetiği çekiyor... Olayı görenler oluyor fakat kimsede tık yok! &&& Geçtiğimiz yılın nisan ayında ressam Bedri Baykam ’ın başına gelenleri hatırlarsınız! Akatlar Kültür Merkezi ’nde düzenlenen Kars ’taki ‘ insanlık anıtı ’na ilişkin bir toplantıdan çıkmıştı da şehrin göbeğinde bıçaklanmıştı... Baykam avazı çıktığı kadar “ beni hastaneye götürün ” diye bağırmıştı, bırakın yardım etmeyi sürücüler araçlarının kapılarını kilitleyerek kaçmıştı! &&& 4 Ekim 2010’da Karak

Pariste bir gece, Özkök ve Tuhaf

Resim
Ertuğrul Özkök bu filmi izlediği zaman ne düşündü, ne hissetti merak ettim! Neden Özkök de başkası değil derseniz, bir dönem Paris ’te yaşamış olması ve daha çok ‘ Tuhaf ’ isimli kitabı yüzünden! Lafa orta yerinden girince olan biteni anlamadınız tabi... Film? Paris’te Bir Gece Yarısı ... Doğruyu söylemek gerekirse Hıncal Uluç geçtiğimiz ekim ayında Sabah Gazetesi ’ndeki köşesinde yazana kadar filmden haberim bile yoktu... Hazır başlamışken başka bir doğru daha söyleyeyim; Uluç ’un yazdığı gazeteyi almıyor ve okumuyorum... Hıncal ’ın köşesini internetten takip ediyorum hepsi o kadar! Film, yaşadığım şehre mi gelmedi...? Geldi de, o günlerde ben başka bir kafada mıydım, bilmiyorum! Sinemada izleme şansım olmadı... Kısmet yeni yılın ilk gününeymiş! Hani; “ yıl nasıl başlarsa öyle devam eder ” denir ya... Paris’te Bir Gece Yarısı; umutsuz bir gecede oltaya gelen üç kiloluk levrek keyfindeydi! &&& Film bitti... Biramdan bir yudum daha al