Kayıtlar

Temmuz, 2011 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Hansel ve Krater!

Resim
Kendimi bildim bileli kazılıyor bu sokaklar... Oturduğum mahalle Kandahar gibi... Yine bilmem ne boruları ve künkleri döşeniyor... Ayaküstü sohbet ettiğimiz komşulardan birinin demesine göre; bir yıl sürecekmiş çalışma... Ondan sonra yollar asfaltlanacakmış! Bence iş makinelerinin açtıkları koca koca çukurları kapatmasınlar! Ciddi söylüyorum! Hem gözümüz alıştı, hem de sevdik tozu toprağı! Kendimize geldik yahu, eski günlere döndük! Oh be! Budur be! Helal olsun be! Kış aylarında pek bir güzel olacak, bedava çamur banyosu yapacağız, iyi mi? Verilen rahatsızlık, neden geçici olsun ki? Kalıcı olsun! Hatta yerel seçimlere kadar kalıcı olsun! Geçici olursa bugünleri yine ve yeniden unutacağız biz! Çöp konteynırları kaldırılsın! Çöpler de toplanmasın! Elimize geçen öteberiyi çukurlara atalım, rahatlayalım... Hıdrellez gecesi yakar, üzerinden atlarken de dilek tutarız! *** Bak bak bak... Kafa çalışmaya başladığı zaman durdurabilene aşk olsun! Sonbahar gelip de yağmurlar başladığında, çukur

Dalı, kütüğe değişmek; tercihtir!

Resim
Terk edildiğiniz oldu mu hiç? Yazıyı boş verin, bir düşünün bakalım, şöyle gerilere gidin... Ne hissettiğini anımsayan var mı içinizde?  Benimki de soru ha! Terk edilişler unutulur mu yahu? Mış gibi yapılır... Böbrekteki taş, doğum sancısı... Hadi olayı biraz daha ileriye götürelim; vücuttaki tüm kemiklerin ve de ruhun, çürük diş kadar acı vermesidir; terk ediliş... Hatta daha da beteridir! Bilenler, bilmeyenlere anlatır ama yaşanmadan bilemez! *** Terk edilmek; alternatifine yenilmektir aslında... İnsanoğlu işini bilir; tuttuğu dalı ancak diğer eliyle kalın bir kütüğü tutuyorsa bırakır... Dalı, kütüğe değişmek; tercihtir! Denize düştüğünde, yılana sarılan âdemoğlunun, kütüğü kucaklaması kaçınılmazdır!   *** Terk edilen, iki kürek kemiğinin arasına hançeri neden yediğini düşünürken... Filozof olur... Hele bir de kitaplarla arası iyiyse; erer gibi olur... Zıplar ama eremez! Oturur, imla kurallarına takılmadan, aşkın kitabını... Pardon; aşkın ansiklopedisini yazar hem de cilt cilt... A

Sırtımız kaşınmadığı sürece problem yok

Resim
Ahmet Altan ’ın “ Aldatmak ” kitabının okunup, yorumlandığı günler... Yılı, mevsimi ve konuştuğumuz ortamı anımsamıyorum... Yaşı bizden büyük, göbekli, nüktedan bir ağbimiz var... Sonradan çok şeyler geldi başına, feleğin çemberi oldu! “Aldatmayı bir de ben tarif edeyim” dedi... Sustuk... “ Sırtın kaşınır, elini kaşınan yere uzatırsın fakat ulaşamazsın, en yakınında kim varsa ona kaşıtırsın... Aldatmak budur!” Gülmüştük! *** “ Kendinden ne kadar uzaksan aslında kendine o kadar yakınsın... Yeryüzünde sana en uzak nokta aslında sırtındır. ..” Kaybedenler Kulübü filminden bir replik yukarıdaki cümle... O, zamanını anımsamadığım konuşmada, koca göbekli ağbinin aldatma tanımlamasını bana hatırlatan da bu replik oldu zaten... Keşke; şimdi takıldığım soruyu o zaman sormayı akıl edebilseydim; Bu tarifi sana yaptıran ne? Nereden geldin de bu sonuca ulaştın? Hoş, o zaman bu soruları sormuş olsaydım, vereceği cevapları anlarmış gibi yapmak zorunda kalacaktım! *** “Sırtımız kaşınmadığı sürece

Bugünler de ben gitmek istemiyorum

Resim
Küçük sahil kasabası hayalinden caydım... Fark ettim ki; ne kadar farklı olduğumuzu düşünsek de, beklentilerimiz bile aynı! Anasonlu sohbetlerde; faklı yüzlerce ağızdan, farklı yüzlerce ses tonu, vurgulama ve şive ile yüzlerce defa dinledim bu gitme hayallerini... Yalan yok, çok efkârlı olduğum gecelerde ben de anlattım... Öyle özel birilerine değil, masada kim varsa işte! Anlata anlata, anlattıklarıma inandırdım kendimi... Anlata anlata, siz ikna edebildiniz mi kendinizi? *** Balkonlarını rengârenk çiçeklerin süslediği, iki katlı taş bir ev... Dört beş masalı, sadece bilenlerin geldiği, biraz da salaş, kendi halinde, keyfine bir balık lokantası... Sabahları uzun kahvaltıların yapıldığı, günün ilk cigarasının tüttürüldüğü, köpüklü kahvesinin höpürdetildiği, çardağın altında uyunduğu, meyve ağaçlarının süslediği, kuyusundan su çekildiği bir bahçe... Mavi renkli bir kayık! Hayatın yüzünde derin izler bıraktığı, geçmişi sorgularken, kim sorarsa balık tutan bir adam... Fotoğraf bu mu ya?

Beklemenin neresi iyi?

Resim
Mazhar ’ı dinliyorum bu gece, planlı bir şey değil, kendiliğinden gelişen bir durum... Şarkı da şu; “ Benim hala umudum var! ” Sahi, sizin de hala umudunuz var mı? Neyi umuyorsunuz mesela, ne olsun istiyorsunuz? Olduğunda, mutlu olacağınıza emin misiniz? Nasıl bileceksiniz ki... Yaşamadan anlayamazsınız! Bulduğundan mutlu olmaya çalışan bir adam olarak( çok pembe gözlüklü bir cümle oldu bu da, silmeye de kıyamadım, kalsın )... İdare etmeye çalışan bir adam olarak; ummanın insan bünyesine fazlasıyla zararlı olduğunu düşünüyorum... Ummak; gerçekleşmesini beklemek ya! Beklemenin neresi iyi? Olacaksa, şıppadanak olsun! Aniden olsun! Sürpriz olsun... Şak diye karşımıza çıksın mesela!   Bekleme salonlarında keyifli insan yüzleri gördünüz mü hiç? “ Bekliyorum, mutluyum” diyen birilerine rastladınız mı? Ben; endişeli, sıkılmış, korkan ve de ağlayan insanlar gördüm daha çok... Kısmet işte, belki bana öyleleri tesadüf etti... *** Bekleyen, umut eden insanları idare etmek kolay... Umduracaksın

Serdar Turgut’u ciddiye alalım mı?

Resim
Hilal Cebeci ’nin Twitter ’da paylaştığı fotoğrafları gördünüz mü? Görmesiniz bile, yazılıp çizilenlerden haberiniz olmuştur, bir şekilde!   Hilal Cebeci , Akşam Gazetesi yazarı Serdar Turgut ’la canlı yayında tartışmış! Serdar Turgut ; Hilal Cebeci ’nin yarı çıplak fotoğraflarına gösterilen ilginin sebebini; “ Türk erkeğinin aptallığı ” olarak yorumlamış! Haberi okuduktan sonra üzerime alınayım mı, alınmayayım mı bilemedim! Hemcinslerime soruyorum; Serdar Turgut ’un söylediklerini siz üzerinize alındınız mı? Adamı ciddiye alanınız var mı içinizde? Hilal Cebeci ’nin fotoğraflarını görmemiş biri olarak, yapılan genellemenin içinde kalmak, bana biraz tuhaf geldi, hepsi o kadar... Şimdi müsaade ederseniz, bir sorum olacak; Serdar Turgut yarı çıplak fotoğraflarını paylaşsaydı, acaba neye benziyor diye merak edip bakar mıydınız? Siz düşüne durun panpişler , ben Twitter’a bir girip, çıkıyorum! *** Hamiş; Fotoğrafı, yazıdan sonra internetten buldum! Aklınıza bir şey gelmesin, “görmed

Bir fotoğraf hikâyesi

Resim
Bazen boş zamanlarda Ara Güler fotoğraflarına bakıyorum... Dinlendiriyor... Yıllar önce siyah beyaz fotoğraf karelerine konuk olmuş insanların hikâyelerini merak ediyorum... Kimdir? Necidir? Yaşıyor mu? Yaşıyorsa fotoğrafının çekildiği o anı anımsıyor mu? *** Trakya köylerinden birinde köfte yiyorum... Duvarda siyah beyaz bir kartpostal var... Fotoğraf, yaz aylarında çekilmiş... Tıka basa saman yüklü bir at arabası... Saman tepesinin üzerine oturmuş, elinde tuttuğu dizginlerle, gömlek düğmeleri göbeğine kadar açık, Sadri Alışık bıyıklı, objektife gülmüş gençten de bir adam! Bir yaşlı köfteciye bakıyorum, bir kartpostaldaki genç adama... Sanki o! Baba sinirli birine de benziyor... Cesaret edip “fotoğraftaki sen misin” diye soramıyorum... Bir süre sonra merak korkuyu yeniyor... — Ya baba kusura bakmazsan bir şey soracağım... — Buyur... — Bu fotoğraftaki adam sana çok benziyor... Beklenmedik bir şekilde, dişsiz ağzını büzüştürerek gülüyor ihtiyar... — Benim o kardeşim! — Nasıl sensin? —

İzlediklerim hoşuma gitti...

Resim
Show Plus’ta American Idol isimli yarışma programını izliyorum... Jüri üyeleri arasında; Simon Phillip Cowell ve Victoria Beckham da var... 16 yaşında bir bayan yarışmacıya sıra geldi... Şarkısını söylemeden önce yapılan sohbette, jüri; kaç kardeş olduklarını sordu, cevap; 12 olunca şaşırdım! Biz bir iki taneye zor bakıyorken, anne, baba acaba ne iş yapıyor diye düşünürken, yarışmacı; kardeşlerinden birinin down sendromlu olduğu söyledi ve ekrana yarışmacının ailesi geldi... Yaşadıkları evi görünce ailenin neden 12 çocuk yaptığını anladım! Eviniz o kadar büyükse, içini doldurmak zorunluluk gibi bir şey sanırım... Konu döndü dolaştı down sendromlu kardeşe geldi... Anne; down sendromlu çocukları uyum sorunu yaşamasın diye üç down sendromlu çocuğu evlat edindiklerini anlattı...(!) Görüntüyü canlandırabildiniz mi kafanızda, dördü down sendromlu 15 çocuk aynı evde yaşıyor ve ekrana sürekli; gülen, koşturan mutlu çocuk yüzleri geliyor... *** Amacım; konuyu bizde olsaya geti

Para üzerine

Resim
Paranızın olması, insanların sizi sevmesi anlamına gelmez! Aksine omurgası olanları uzaklaştırır... Para, karasinekleri çekebilir belki ama arıları asla! Para sizi katlanılabilir yapmaz... Sineklerin cirit attığı ortamlarda popüler yapabilir, o da kısa bir süre! Para ile saadet ... Seyrek olur... Para bitince saadet de biter... Ortada bir ömür boyu yetecek para varsa; insanlar birbirlerini bitirir... Kimi bunu fark eder, kimi fark etmez... Kişi mutsuzken, mutlu olduğunu zannedebilir! Para; şüpheci yapar! Her yaklaşanın, menfaat için geldiğini sanır... Kişi; her ilişkisinde ikileme düşer... Bir süre sonra sapla samanı ayırt edemez, dostlarını kırar, sevenlerini küstürür... Yalnız kalır... Yalnız kaldıkça durumunu kanıksar... Satın alabileceği ortamlara takılır, pembe pahalı gözlükler takar... Güneş doğunca, rüya biter! Paralı insan seçemez! Hepsini birden almak ister... Belki alır da fakat çabuk sıkılır! Para, insanı arayışa sokar! Arayışın bulamayışa dönüşmesi uzun

İyiler, kötülerden daha zalim olabilir... Gerekirse!

Resim
Kötüler, sevilir! Korkuturlar çünkü! İnsan garip mahlûk; “seviyorum” der... “Korkuyorum” diyemez... Sever görünür... Kötü ona bulaşmasın diye dostu olur... Hak verir her yaptığına, sırtını sıvazlar gerekirse, alkışlar elleri patlayana kadar... Yeri geldiğinde; menfaatleri adına, kötünün dostluğunu kullanır, korkutur iyileri... Kötüden bin beter olur... Kötü de bilir kötü olduğunu... Gücü tükendiğinde, başına gelecekleri bilir... Sırtlanları bilir... Çakalları, akbabaları bilir... İlk fırsatta parçalanacağını bilir... Keyfini sürmek zorunda olduğunu bilir güçlü olduğu zamanın... Zaman çabuk geçer... Günün birinde kötü, yalnız ölür! Öldürülür, uçurumun kenarına kadar kovaladığı çaresiz bir korkak tarafından... Çaresiz korkak, hayatında ilk defa; diğer korkakların kahramanı olur... &&& Kötünün iyisi olmaz! İnsan, kötü doğmaz! &&& İyiler, kötülerden daha zalim olabilir... Gerekirse! Korkak, yiğit olabilir mecbur edilirse...

Sizi ilgilendiren haberleri kaçırmayın!

Resim
Gündemde merakla takip ettiğiniz bir konuda gelişmeler oldu mu? Sevdiğiniz yazarın yeni kitabı ne zaman raflarda olacak? Bu yaz ilginizi çeken bir kültür sanat etkinliği var mı? Peki en son moda trendlerini biliyor musunuz?  Böyle soruların cevabını merak ediyorsanız, hurriyet.com.tr'nin ücretsiz bir hizmeti olan Mind sizin için çok faydalı olabilir. Mind, önemsediğiniz konularla ilgili hiç bir haberi kaçırmamanızı sağlayacak. Merak ettiğiniz konularda yayınlanan haberler size e-posta aracılığıyla bildirilecek. Peki Mind nasıl çalışıyor? Mind websitesine girerek ( http://bit.ly/hurmind4 ) kaydolun ve takip etmek istediğiniz konuların listesini oluşturun. Örneğin: "diyet", "sergi", "Ara Güler", "defile" ve "Elif Şafak". Artık bu konularla ilgili yayınlanan haberlerden, tercih ettiğiniz sıklıkta gönderilecek e-postalar sayesinde haberdar olacaksınız. Eğer bir haber yayınlanır yayınlanmaz haberdar olmak isterseniz, Mind'ın masa

İki düşünüp bir söylesek...

Resim
Soru hemcinslerime; Hiç tanımadığınız, tesadüfen yolunuzun kesiştiği altmış yaşında sarhoş bir adam size küfür etse, tepkiniz ne olur? Yanınızda aileniz yok... Eşiniz yok, kız arkadaşınız yok... Kendinizi ispat etmeye çalışacağınız, gözüne girmek veya gözünden düşmek istemediğiniz hiç kimse yok! Pahalı bir arabanın içinde üç arkadaşsınız, yakamozlu bir gecede kandili söndürmüş eve gidiyorsunuz... Mevsimlerden yaz, çok sıcak, klimayı çalıştırmak yerine içinde bulunduğunuz aracın camlarını açmışsınız, birden trafik sıkışıyor, yol kenarında, ellerinde poşetlerle yalnız yaşadığı evine doğru gitmekte olan yaşlı bir adama korna çalıyorsunuz... Adam sarhoş ve size sövmeye başlıyor... İzleyebileceğiniz iki yol var; Ya; gülüp geçeceksiniz... Ya; aracı durdurup, yaşlı sarhoşun üzerine yürüyecek, gücünüz yettiği için döveceksiniz! Dün geceye kadar böyle bir durum da herkes güler geçer zannediyordum... Yanılmışım! Üç genç aracından indi ve yaşlı adamın üzerine yürüdü... *** Adam bana k

Kağıt

Resim
Anlamıyorum beyaz kâğıt ve temiz sayfaları... Yazılmış, karalanmış ve kirletilmiş nüshaları severim daha çok! Çalışıyorum oysa çabalıyorum... Yeri geldiğinde anlarmış gibi yapıyorum, raftaki yerim değişmesin diye... Usulden! Benim suçum yok; teksir, fon ve kese kâğıtları arasında geçti çocukluğum... Bir gün “şeytan” dediler sıçan uçurtmama, tereddüt etmeden, kedi merdivenine attım zavallıyı... Vicdan azabından kuyruğunu hala koynumda saklıyorum... Ali’nin külahını Veli’ye uyduramadım hiç! Denemedim, beceremem de zaten... Hem külah benimse Veli sırasını beklesin. Bir tane “Veli” ahbabım yok üstelik! Minareyi çalacaktım lakin kılıfı dikecek terziyi bulamadım yerinde... Salı günleri bile cumadaydı, dikişsiz! Külahta akide şekeri yerdim dişlerim çürüyene kadar, mevlitlerden gelenleri yatak altlarında saklardım, lokumları üste gelecek şekilde... Püskevitlerin arasına lokum sıkıştıracak kadar zalimdim, belki de o yüzden şimdi bedelini fazlasıyla ödediğim protez hayallerim var?

Baktığın yerde üzüm varsa... Senin suçun mu?

Resim
Bazen büyük ikramiye gibi olaylar yaşıyoruz da, o an farkına varamıyoruz... Bir yaz gecesi, Silivri’de Kılçık Balık Lokantası’nın balkonundayız. Ay, yakamoz, meltem, iyot kokusu, rakı, balık... Keyif namına ne ararsanız var... Yanımızdaki masaya Mustafa Keser gelip oturmasın mı? Şaka gibi yahu... Dürttük falan birbirimizi... Meşhur birini gördüğümüz zaman öyle olur ya! Dirsekleşiriz... Neden bilmem! Adam bir duble rakı içti, efkara geldi... Deryaya, mehtaba karşı bir patlattı mı; “ gurbette sevgilim aklıma düştün, nazende sevgilim yâdıma düştün...” Fonda ağustos böcekleri, balkonda çıt yok... Ayaklar yerden kesildi tabi... Tay tay durumları bilirsiniz... &&& Olmadık zamanlarda, olmadık yerlerde takılır mısınız şarkı sözlerine... Boş kafayla olmaz pek! Bazen zıvanadan çıkıyorum, okur musunuz sözü ya, yazmış adam; “ bakışından süzülen işvene kurban olayım” Kardeşim, ne yaşadın da yazdın? Nasıl kafayla yazdın? Hangi açıdan, nasıl gördün d

Pazar günü

Resim
Yarın pazar...( Cumartesi gecesi yazıyorum )     Eskiden, yani çocukken, nefret ederdim pazar günlerinden... Sıra ile yapılan banyodan, yıkanıp balkona asılan çamaşırlardan, evin içindeki su buharından... Size garip gelebilir, hoş şimdi düşününce bana da tuhaf geldi; pazar günü ile ilgili aklımda kalan başka bir görüntü... “Yok” yazacaktım... Bak varmış; Sabah televizyonda çizgi film olurdu sonra tam on ikide klasik müzik konseri başlardı... İzler miydiniz o konserleri ya? Sabırsızlıkla bekleyeniniz var mıydı? Sıkılır, anlamazdık biz! Kapatırdık televizyonu... Okula gitmeden önce her sabah kahvaltı yaptığımız için pazar kahvaltılarının ayrıcalığı yoktu... Erkenden uyanır, yataktan biraz geç kalkardık hepsi o kadar... Uyanınca evdekilerin uyanmasını beklemek de dayanılmaz olurdu... Şimdi uyandıran olmazsa tüm pazar gününü yatakta geçiririm herhalde! Nereden aklıma geldi pazar günü ile ilgili yazmak ya? Bir günlük aldatılmanın, ağza bir parmak sürmenin, kendini kandırmanın adı kısaca

Çöp kamyonları içini nereye döker?

Resim
Bu yağan yağmur... Tanıdığım, bildiğim, sevdiğim yağmurlara benzemiyor... Elleri kocaman! Elleri, pençe... Suni, kara, yapış yapış ve zamansız! Gereksiz de... Şarkılarda; yağmur, bulutların ağlaması diye geçer ya, bu kusması gibi daha çok! Dünyanın içine eden insanoğluna müstahak! Ektiğimizi biçiyor, sonra da hayıflanıyoruz; “ Mevsimler de şaşırdı!” Şaşırtana bak! Ben de kalkmış gecenin bir yarısı( siz yazıyı muhtemelen gündüz okuyorsunuz) yağmuru kötülüyorum, haddimeymiş, suçsuzmuşum gibi! Dengenin bozulmasında benim de payım vardır elbet... Sizin de tuzunuz vardır çorbada... El birliği ile yaptık, beraber kirlettik dünyayı... Tepkisiz kaldık, izledik... Evimiz temiz olunca dünya da temiz olur zannettik... Öyle sanmak işimize de geldi üstelik çöp kamyonlarının içini nereye döktüğünü merak bile etmedik! &&& Suni göl manzaralı evlerde oturanlarımız, yapay nehirlerde mehtap gezentilerine çıkanlarımız, silikon hayatlarımız, botokslu egolarımı