Kayıtlar

Ekim, 2012 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Kısa kolla hırka arasında bir gün

Resim
Ne yapacağını bilmemenin verdiği çaresizlikle, sırf vakit geçsin diye, ilk gördüğüm lokantaya atıyorum kendimi… ‘ Lokanta’ dediysem dört masalı küçücük bir yer… İçeride çorba kaşıklayan ben yaşlarda bir arkadaş var… Tiyatrocuydu bu adam, meteliksiz gezerdi… Kitaplarla arası iyiydi... Gitar çalar, şarkı söylerdi sağda solda. Masanın bir köşesinde, hemen tuzlukla peçeteliğin yanında yine kitaplar var. Adı neydi? Zoraki gülümsüyor beni görünce, ağzı dolu dolu selam veriyor… Başımı sallıyorum… Kesin o da beni nereden tanıdığını düşünüyor… Ne kirli bir yer burası… Muşambanın üzeri yapış yapış… Sigaradan bıyıkları sararmış lokantacı, içinde soğan ve biber olan, bilmem kaç senelik melamin tabağı önüme bırakıyor… Bakışıyoruz bir süre… Onun sorası, benim konuşasım yok! Öğrencilik yıllarım geliyorum aklıma… Aslında karnım da aç değil! "Az kuru fasulye, az pilav… Ayran.” Arkasını dönüp giden lokantacının topukları yenmiş ayakkabılarına takılıyor gözlerim… Borcu mu var bu ad

Ay yoktu ve gökyüzü bulutluydu…

Resim
Geceydi… Ay yoktu ve gökyüzü bulutluydu… Serindi… Midyeci tezgâhı toplamış, pamuk helvacı eve gitmek üzereydi… Balık lokantasının iki masası kalmıştı ve garsonlar sürekli saatlerine bakıyordu… Udi yorulmuş, ızgaracı bıkmış, mezeci çoktan rakı sofrasına oturmuştu… Çay bahçesinin ışıkları sönmüş, gündüz seyyar köftecinin durduğu yerde bir sarhoş uyuyordu… Sarhoşa özeniyor, gözlerimi kapatıyor… Derine inemiyordum. En az onun kadar demli ve gamlıydım oysa! Paltomun yakalarını kaldırdım, ellerim ceplerimde, ayaklarımı öne doğru uzattım… Eski bir bankta değil de, sıcak bir yaz günü, kumsalda uzandığımı hayal ettim! Deniz masmaviydi ve dondurmacının önünde kuyruk vardı… Küçük bir çocuk yengeçten, sarışın uzun boylu kadın, yanındaki adamdan, adam hayattan korkuyor, kimse korktuğunu belli etmiyor, en büyük artistlere nispet yaparcasına mutluyu oynuyordu… Sıcak bir yaz günü, kumsalda uzanırken ve dondurmacının önünde kuyruk varken… Serin, aysız bir gecede, eski b

Oyuncaklarının kırılmasını kaldıramıyorlar hepsi bu!

Böyle değildi bu çocuk! En lüks arabaya biner, en iyisini giyer, en iyi mekânlarda yer içer fakat söylediğine dikkat ederdi... Iı beğenmedim bugün, sıkıldım, kaçmak istedim masadan, iki çay içimlik süre dayanabildim! Bir şeyler uydurdum, kalktım... Tanıyorum kendimi, telefonunu dahi açmam artık! Hata yapıyorum tamam ama mizacım böyle! Hayatın bir sırrı varmış da sanki bunun kulağına fısıldanmış havaları... Adı geçen herkesle vakit geçirmeler... “ Aslında sevmem” diye başlayan cümleler... Azıcık büyüklenme! Eski günlerin bir daha geri dönmeyeceğini, trenin kaçtığını bilmenin gözlere yansıyan çaresizliği, kuyruğu dik tutma çabalarının oluşturduğu kambur. Üzüldüm haline ya, neyse... Geceleri takılıyorum böyle işte... Kulp buluyorum olana bitene, kimine kızıyor, kimine acıyorum... İnsan değil miyim, sövdüklerim, kulaklarını çınlattıklarım da var! En çok yaşına, başına bakmadan hayat dersi vermeye çalışanlara bozuluyorum... Tek satır açsa okusa, kendine ait bi

Kostarika güzel memleket!

Eski model arabasını, dere kenarında, derme çatma büfenin bitişiğine park etmiş, oltaları denizde, derya kuzusu bekleyen yalnız adam siluetine imrenerek baktım! Çok değil daha üç sene evveline kadar... Aylakken! Günün hangi saati uyanırsam artık, burada alırdım soluğu... Kâh midye çıkarırdım, kâh kafayı çeker sahilde unutulmuş bir kayığın gölgesinde uyur, uyandıkça sanki bir yere yetişecekmişim gibi kolumdaki saate bakar bakar dururdum... Kitap alırdım yanıma, karasineklerin ve cümle börtü böceğin engellemelerine rağmen... Entelektüel bir görüntü çizmek değilim amacım, canım çok sıkılırdı, zaman geçmek bilmezdi, telefonum çalmaz, arayanım soranım olmazdı, onu demeye çalışıyorum... İşsiz adamın hatırını merak eden olmaz! Hakikaten olmaz... Uzun uzun anlatmaya gerek yok, yaşayan halden anlar, başına gelmeyene manasız gelir! Ara sıra bir araya geldiğimiz genç arkadaşlar işlerinin zorluğundan, amirlerinin sertliğinden, çalıştıkları şirketin akla, hayale gelmeyecek iste

Çok mu?

Resim
Maç öncesi Romanya’ya yenilebileceğimiz aklımın köşesinden bile geçmiyordu... Üzerinize afiyet, nedenini bilmediğim bir iyimserlikle iki farklı galibiyet bekliyordum! Avrupa’da futbol oynayıp geri dönen futbolculara soruyorlar; Türkiye ile orası arasında ne fark var? Onlar da cevap veriyor; “ Türkiye’de yenildiğiniz zaman bir hafta sokağa çıkamazsınız, Avrupa’da taraftar “ olsun der” geçer, akşamda eğlenmeye gidersiniz!” Sanıyorum üç yıl önce, Tugay Kerimoğlu’nun NTV’ de bir röportajını izlemiştim... İngiltere’de oynadığı dönemde kendi evlerinde arka arkaya on defa yenildiklerini, taraftarın bırakın tepki göstermeyi, futbolcuları teselli ettiğini, anlatmış... Türkiye’de olsa neler olacağını bilmediğini ve aradaki farkın neden kaynaklandığını anlamadığının altını çizmişti... Düşünsenize Fenerbahçe’nin Kadıköy’de, Beşiktaş’ın İnönü’de arka arkaya on maç kaybettiğini... Neler olur üzerine kurgu yapmayıp, yenilgilerin bize neden dokunduğuna vurgu yapmak istiyorum! Öncelikle İngil

Tombalacı ve martı

Resim
“Üç taş beş lira!” Önce başıma dikilen davetsiz misafirin gözüme sokmaya çalıştığı siyah torbaya baktım sonra adamın neredeyse jileti unutmuş yüzüne... Nasıl diktiysem gözlerimi, tek laf etmeden döndü arkasını gitti. Ne düşünüyordum o ara? Ya da düşünüyor muydum? Denize yakın masalardan birine oturmuş çay içiyordum, hava ne güzeldi... Hemen yanı başımda balık ekmek satıyorlardı, varın kokusunu siz içinize çekin... Tam karşımda bir çocuk bahçesi vardı, çocuklar salıncak sırası için çekişiyordu... Midye dolma satan genç, bardakta mısır, baloncu, pamuk helvacı, oltacı, tombalacı... Geçen hafta bir sabah Yenikapı’dan Mudanya’ya geçmek için feribot saatini bekliyorum. Toplantı var. Bir özenle giyindim, mavi gömleğin üzerine kravat taktım, pantolonum ütülü, ayakkabılarım boyalıydı, sinekkaydı tıraşımı da olmuştum, keyfim pek bir yerindeydi... Telaşlı yolcuları izliyor, bu kadar insanın sabahın köründe iskelede ne işi olabileceğine dair fikirler üretiyordum... Gid

Kendi halinde bir gaz lambasıydım.

Resim
Evin deniz gören tek penceresinin kenarında unutulmuş, yorganı örümcek ağlarından, isli, kendi halinde bir gaz lambasıydım... Titrek, nasırlı eller tülü çektiğinde, yüreğim pır pır ederdi ama nafile... Denize bakan göz, beni nasıl görsün! “Aşk olsun” diyerek, izledim gidişini... Caanım, o ufak tefek, başımı yasladığım menekşelerle konuşan kadını götürdüler bir sabah! “ Zamanında” diye başlar, ne güzel anlatırdı... Bir evin bir kızıymış, elma bahçeleri varmış eskiden... Altı yaş büyük ağabeyi, annesi, babası... Dedesi çok küçükken ölmüş fakat hayal meyal hatırlıyormuş rahmetliyi... Babaannesi ile pek sevişirlermiş, bir dediğini iki etmezmiş çünkü... Babası sert adammış! Aslında sert değilmiş de, öyle görünürmüş... Geceleri herkes uyuduktan sonra odasına gelir, öper, koklar gidermiş... Ayıpmış eskiden ortalık yerde çocuk sevmek... Ne ayıp! Kulağının arkasına sıkıştırdığı çiçek yüzünden ‘Karanfilli’ derlermiş babasına... Temiz giyinirmiş, mis gibi de kokarmış... Titiz adamm

Dertli ile Derman

Resim
Sarı yağmurluğu ile sessiz sedasız yaklaşıp “rasgelsin” diyen... Adı neydi? Kısa boylu, kır saçlı, hafif toplu, yetmişli yaşlarda bir adamdı velhasıl! Denize, balığa meraklıydı... Toplarken görmediğim ağlar bırakırdı suya... Asmaları vardı bahçesinde, meşe fıçılarda şarap yapardı kendi elleriyle... İkram etmişliği, beraber içtiğimiz, lafladığımız olurdu... Keyfi yerindeyse uzun yaşanmış hikâyeler anlatırdı... Saat gece yarısını geçtikten sonra eşi seslenirdi bahçeden... İtirazsız, ayaklanır, giderken göz kırpar ve eklerdi; “ kadın çağırdığı zaman, gideceksin!” Gülüşürdük! Bir oğlu Amerika’daymış... Kışları onun yanında geçirirmiş... Geçen yıl bir kartona ‘satılık’ yazıp asmıştı bahçe duvarına... Neden bilmem bu sene olta atmadım onun evinin önünden... Belki; dereyi geçmek zor geldi... Belki; rahmetli Zeki ağbinin evinin, pansiyon olmasına bozuldum... Bana neyse! Anlayacağınız; ev satıldı mı, satılmadı mı haberim yok... Böyle oluyor... Bir hokus pokus, ins