Kayıtlar

Şubat, 2012 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Kartalkaya'yı Ateşleyenler

Hayalin bir dağın tepesine karlarla kaplı olsa da ateşle iz bırakmak kadar zor bir şey olsa bile peşini bırakma. Önce hayal eder, sonra o hayale inanırsın; nasıl yapabileceğini tasarlar ve denersin, yılmadan. Yeterince denersen, neden olmasın? Onlar tam da bunu yaptı. Karlarla kaplı Kartalkaya’nın zirvesine ateşle iz bırakabileceklerine inandılar. Burn, sadece ihtiyaç duydukları cesaret ve enerji desteğini sağlayarak bir hayali ateşledi. Onlar da tutkularının peşinde yola çıktılar. Boardlarını hazırladılar, pompalarla modifiye ettiler, rampalarını kurdular ve kaydılar. Olmadı, baştan aldılar, onları amaçlarına ulaştıracak şartları gerçekleştirmeyi başarana kadar, tekrar tekrar. Ve 3. gün de bitip gece yarısı olduğunda Kartalkaya’da istedikleri ateşi yakmayı başardılar. Çektikleri videoyla da ‘İçindeki kıvılcım nasıl kocaman bir ateşe dönüşür’ ü hepimize gösterdiler. Tutku ve cesaretle yanmayacak ateş yoktu, inandık. Burn, gençleri tutkularından başka bir şeye kulak asmadan, istedik

Sarı lekeler

Resim
Boş leylek yuvalarında gözüm... “Erken daha” diyor içimdeki ses... Omuz silkip biraz da küçümseme ile “biliyorum” diyorum... Merak benimkisi... Beklenti, umut... Neyse işte! Havalar ısınsın, arabanın ön camından gördüğüm süt rengi, yeşilin bilmediğim tonlarına dönüşsün istiyorum... Kimi zaman bir yere varmayacağını düşündüğüm buzdan yolda gidiyorum... Sığırcık kümeleri, serçe sürüleri, güvercinler... “İyi insan” gibi hissetmek için, kar yağdığında kuşlar yesin diye ekmek ufalarız balkona... Kargalar gelince bozuluruz... Kargalar da bildiğin kuştur oysa! Çığlık çığlığa bir ambülâns geçiyor yanımdan, çok geçmeden yüzü gözü şalla kapatılmış biri el ediyor; “ İleride kaza var arkadaşım, kamyon devrilmiş...” Yol kapalı demek! Geri dönmeyi gözüm kesmiyor... Geri dönmeyi kesmeyen gözüm benzin ibresine gidiyor, depom dolu... İçim rahatlıyor... Bir köy minibüsü duruyor arkamda, kapılar açılıyor, inen yolcular, komut almış gibi sırtlarını dönüp işemeye başlıyor... Çeşitli yaşlarda altı adamın

Yaşlı kuzgunun arkamızdan güldüğünü duyuyoruz...

Resim
Y Sarı sıcak bir yaz günü... Köyün son evini de geride bıraktıktan sonra etrafını akasya ağaçlarının çevirdiği dar patikadan, inek boklarına ve deve dikenlerine aldırmadan dereye doğru koşmaya başlıyoruz... Ayaklarımız çıplak... Cebimizde, kibrit kutusundan tabutta taşıdığımız sinek ölüleri... Omzumuzda, ney kadar kıymetli sazdan kamışlar, misinamız siyah makara ipliği, oltamız toplu iğneden... Mantar, tokyo arkası... Dereye secde etmiş bir söğüt ağacından, çırılçıplak suya atlıyoruz... Kurbağaların ve cümle kuşların keyfi kaçıyor tabii... Sırt üstü yeşil çimenlere atıyoruz kendimizi, birer gelincik sigarası yakıyor, dumanını rüzgâra üflüyoruz... Yeşil bir çekirge zıplıyor, bahtsız bir kertenkele kuyruğu pahasına kurtuluyor elimizden... Kanatları beyazlamış, yaşlı bir kuzguna, lastikleri şambrelden sapanımızla taş atıyoruz... Bakkal Raif’ten yalvar yakar aldığımız şarabı, şişesiyle dikiyoruz kafamıza, ağzımızı filmlerdeki gibi; elimizin tersi ile siliyoruz... Oltaları akıntıya bıra

Rumeli Hisarı'nda Masalsı Bir Aşk Hikayesi!

"Eski aşklar Yeşilçam'da kaldı" lafı klişe olmaya yüz tutmuşken, fırtınalı sevdalar, çekişmeli ilişkiler günümüzde hem magazin basınında hem de yakın çevremizde -buna kendimiz de dahil- karşımıza bolca çıkıyor. Sevgilimizi elimizden almak isteyen dış mihraplar yoğun şekilde çalışırken bize de biricik aşklarımızı elimizde tutmak için yapmamız gereken çok iş düşüyor. Bu konuya nereden geldiğimi açıklıyorum! 8x4 yeni deodorantları Beauty ve Beast için muhteşem bir project mapping uygulaması daha yapmış. Gösterinin hikayesi kısaca şöyle: romantik bir aşk hikayesi kötü niyetli bir ejderhanın tehdidi altına giriyor. Kahraman erkeğimiz çekici kokusunun da yardımıyla güzel kızı kurtarıyor ve hikaye mutlu bir şekilde sona eriyor. 8x4 dünyasını Facebook'tan takip etmek isteyenler; http://www.facebook.com/8x4Turkiye Bir bumads advertorial içeriğidir.

Avrupa sosyetesi aslında nereli

Resim
Hürriyet Gazetesi ; “ İstanbul Sosyetesi Aslında Nereli ” başlığı altında bir liste hazırlamış... İş dünyasından, sanat dünyasına uzanan 70 aile sıralanmış... Sabırla isimleri ve memleketlerini okudum, içlerinde bir tane Trakyalı yok! Azıcık bozulmakla beraber nedenine takıldım... &&& “ Trakyalı sevmez şatafatı ” deyip çıkacağım işin içinden ama durumumuzu anlatan atasözü var; “ horozum olsun ibikli olsun ötmesin ”... “Ne alakası var” demeyin... Köylere çıksak birlikte, garajlarda yatan, kontağı bir yıldır çevrilmemiş traktörleri saysak... E mazot pahalı! Traktörü alırken ucuz muydu? E işe yaramayan traktörleri neden aldık o zaman? Ötmesin diye mi? Yoo... Traktörleri alırken ekip biçecek tarlamız vardı şimdi yok... Sattık arazileri... Çocuğu evlendirdik, araba aldık, kıza muayenehane açtık... Tarlalara kıydık, traktörlere kıyamadık! &&& Değerlidir bizim Trakyalının çocuğu, ya bir ya da iki tanedir... Gurbete gitsin, sosyeteye girsin istemez, dizinin dibind

Sana ne Aziz Valentine’den...

Resim
Akşamüzeri dinlediğim radyo programına mesajları ile katılan dinleyicilerin yorumları okunuyor; “ Benim odun yine unuttu sevgililer gününü! ” Mesajı gönderen bir hanım... Sevgililer gününü unuttuğu için “ odun ” diye anılan da, kocası! Bu hengâmede, insanların gözüne bu kadar sokuluyorken, unutmak mümkün mü sevgilileri gününü? Cep, cepken delikse; “Muş” gibi yapmıştır zavallı hemcinsim, ne yapsın? Tek taşı alsa gelse, anlatıldığı, istendiği gibi; lüks bir lokantada yer ayırtsa, masada mumlar yansa, kenarda papyonlu kemancı içli içli tıngırdatsa sonra incecik bardaklardan şarap içilse, o geceye özel en pahalı yiyecekler tüketilse, yemeğin sonuna doğru adam cebindeki, mor veya kırmızı kadife kutuyu çıkartsa, iki binli yılların fenomeni tek taşı kadının parmağına taksa... Çıkarken asgari ücret tutarındaki hesabı Bey ağbi, kredi kartıyla ödese... Kol kola eve gitseler... Hararetli bir gecenin ardından sabah olsa... “Odun” yeşerecek mi? &&& Kalabalık cadde ve sokaklardan

Kırk yaş

Resim
Ekranda açtığım beyaz sayfaya öyle, boşla dolu arasında bir yerden, araftan bakıyorum... Akılda kalan, etkileyici, hani; insanların ihtiyaç anında okumak isteyeceği, azıcık da buruk bir yazı kaleme almak niyetindeydim oysa!   Olmuyor... Doğduğum günü görmek isterdim... Kırk yıl öncesini, bugünü yani! Siyah, beyaz zamanlar... Şimdilerde kolay olan, o zamanlar, bizimkiler için... Neredeyse imkânsızmış! Altı üstü bir kamera işte... Olmayınca, ne yapacaksın? Özlerim ben insanları da... Ne bileyim... Diyemem, dillendiremem işte... Aslında, bu yaşımda kendi kendime oynadığım bir oyun... Saklanan koskoca insanların nerede olduklarını bilirim de... Bulmam! Hem, öldükleri günü silerseniz defterden... Herkes yaşamıyor mu? Uzaklarda bir yerlerdeler, işleri yoğun, e zamanları da kısıtlı, görüşemiyoruz hepsi bu! Kaybettiğim ve kaybedeceğim, ellerimin arasından kayıp giden tüm sevdiklerimin adını Işık koydum... O’na sarılıp, kokladığım zaman... Çığlık çığlığa dünyaya geldiğim o gün gibi; herkes bur

Yolda izde

Resim
Uzun kollu mavi gömleğin üzerine giydiğim ceketle çıkmıştım evden! Buz tutan asfalta tutunmaya çalışan arabanın içinde kendi kendime söyleniyorum... Otuz beş plaka beyaz bir minibüs kayıyor önümde, nefesimi tutmuş rüzgârla beraber savrulacağını düşünürken,  toparlıyor... İmkân yok ama insanların çığlıkları geliyor kulağıma! Uçsuz bucaksızmış gibi görünen beyazlığın örttüğü yol, bugün türlü hainlikleri barındırıyor bünyesinde... Kara saplanmış, terk edilmiş kamyonu geçerken, darı sevdasına canını unutan sığırcık sürüsünün kanat seslerine seviniyorum... Vazgeçmeli! Yol üzerinde bir otel odasının yalancı kuytusuna atmalı kapağı... &&& Otelin cümle kapısını açıp içeriye girince, ceketimin ne zaman kaldırdığımı anımsamadığım yakalarını düzeltiyor bir taraftan da elimin tersi ile üzerime biriken kar tanelerinden kurtulmaya çalışıyorum... İçerisi eski kokuyor fakat sıcak... Sağ tarafta; çakmak taşları ile helalleşip, emekliliğin keyfini sürmesi veya çoktan sobada yakılan küller

Ne bileyim bilmem

Resim
Sarı ışığı ile odayı aydınlatmaktan yorgun ampulün cefasına son veriyorum... Uykum yok... Aralık bıraktığım pencereden eli hançerli, gözü kara, en kabadayı hali ile ayaz giriyor içeriye... Nemli duvarları kokluyor, yüzümü yokluyor, ben ürperirken, köşedeki örümcek ağı titriyor... Tahta kurtları, bilmem kaç senelik aynalı gardırobun ciğerlerini dişlerken, sigara dumanından sararmış tüller; rüzgârın gülüşüne aldanıp eteklerini savuruyor... Bir topuk tıkırtısı oluyor sokakta... Bir araba duruyor... Bir adam konuşuyor açık saçık... Bir kadın gülüyor... Bir zaman sonra topuk tıkırtısı arabanın egzoz dumanında kayboluyor... Kimi zaman ucuz parfüm koksa da, hayat devam ediyor... Falanca; okuyarak öğrenemeyeceklerini, günün ilk ışıkları ile pişman olma pahasına, belki de ihtiyaçtan, yaşayarak öğreniyor... Filanca; uçkurunun kölesi, bu gecelik keyfi yerinde! Yarın ola hayır ola!   Çok okuyan mı, çok gezen mi? Ne bileyim! &&& Karanlık, soğuk odanın, dünyaya açılan mendilden hallic

Kar suyu

Resim
Saklandığı gölgelerin ardından, kurduğu pusuya düşürdüğü biçare insanları, en şaşkın anlarında ısıran tarih öncesi bir canavar kadar sinsi; soğuk... Güzel bir kadının elmacık kemikleri kadar keskin ve ağına düşürdüğü kelebeğin canını almak üzere olan bir örümcek kadar acımasız... Her âdemoğlu kadar fırsatçı! Rüzgâr bir avuç kor olmuş, kuyruğunu sallayan sadık bir köpek gibi yüzümü, ellerimi yalıyor... Paltomun yakalarını kaldırmış, sokağa çıktığıma bin pişman çarşıya çıkan bayırı tırmanıyorum. Ayaz içime işliyor... Buzda kayıp düşmemek için kol kola girmiş karı kocanın yanından geçerken; “ Ben böyle bir şey görmedim, eksi dokuz dereceymiş” diyor adam... Kadın; “vardır o kadar” der gibi başını sallıyor. Havanın eksi bilmem kaç derece olduğu çocukların umurunda bile değil... Kafasına yediği kartopundan serseme dönmüş biri ağlıyor, sümükleri neredeyse buz tutmuş yol yol... Eldiveni olmayan öteki ısınsın diye avuçlarını hohluyor... Daha büyükleri, ateş yakmışlar şehirde kalan son arsal