Eylüle Veda
Siyah
paltomu, botlarımı giyip çıktım evden. Nasıl soğuk! Kış gibi, yağmura
aldırmadan, su birikintilerine basmadan, kenardan, saçak altlarından, ellerim
ceplerimde yürümeye başlıyorum.
Eylülün
son günü bugün, sahile inip iki tek atmak niyetindeyim. Soran olursa eylülle
vedalaşıyorum diyeceğim.
Küçük
meyhanelerin, çorbacıların, köftecilerin omuz omuza verdiği Arnavut kaldırımı
sokaklardan deniz kenarına iniyorum.
Balık
ekmeğe, uskumruya, palamuta kesmiş, yan yana rengârenk sandallar sıralanmış
duman dumana ortalık.
Koku
gözümü döndürüyor, yarım ekmeğin arasına kıyılmış soğanlarla sıkıştırılmış
uskumruya girişiyorum.
Sarışın,
yeşil derin gözlü, sakallı balıkçıya soruyorum sonra
- İthal mi uskumru?
- Yerli arkadaşım, bu sene bol mübarek.
- Turşu suyunu sen mi yapıyorsun?
- Benim ortanca kız yapar.
İstememi
beklemeden elindeki kepçeyi, turşu kavanozunun içine daldırıyor, içine lahana
ve salatalık dilimi attığı bardağı uzatıyor.
Bir
yudum alıyorum, tuz ve acı genzimi yakıyor fakat çok güzel.
- Ortanca kızın eline sağlık, ne zamandır bu kadar
güzel turşu suyu içmemiştim.
Gülüyor,
keyiflendiğini gözlerinden anlıyorum.
- Rahmetli babaannem de çok güzel turşu kurardı,
yemeye doyamazdık, büyük, toprak küpler vardı eskiden, lahanayı dörde böler
atardı içine, kıvamını nasıl tutturuyorsa artık kütür kütür olurdu. Benim hanım
çok güzel yemek yapar ama anlamaz turşu yapmaktan. Bir gün pazara gidiyorum
benim ortanca kız gelirken lahana al baba dedi, turşu kuracağım. Tam kapıdan
çıkmak üzereyim, döndüm hanımla göz göze geldik o da şaşırdı. On dört, on beş
yaşında o zamanlar. Sen turşu yapmayı nereden biliyorsun diyecektim, demedim,
irilerinden iki lahana aldım, kurdu bu… Bir turşu bir turşu arkadaş! Aynı
babaannemin turşusu gibi… Annem, babaannesinin ruhu kaçmış bunun içine dedi.
- Kız halaya çeker derler ama seninki babaannesine
benzemiş
dedim.
Kaç
kızı olduğunu sordum sonra, “ beş” dedi, bir de oğlu varmış, haytanın tekiymiş.
Akşamüzeri,
gün kavuşmak üzere, yağmur yağmaya devam ediyor, sahil tenhalaşıyor, evlerde
perdeler çekiliyor, sofralar kuruluyor, kasabanın sarı, titrek ışıkları yanmaya
başlıyor…
Barba’nın
meyhanesinde alıyorum soluğu.
Barba
yetmişli yaşlarda ama hala kendi deyimiyle it gibi çalışır, kamburu çıkmıştır
fakat o akça pakça, beyaz ütülü önlüğünü çıkarmaz.
- Hoş geldin vire, nasılsın yavrimu?! Geçen sefer
gibi hırlaşacaksan hiç oturmayasın! İki tek atınca tabiatın değişir senin,
saldırmaya başlarsın, öteye, beriye… Sana kaç defa dedim rakı sofrasında eski
defterler açılmaz diye… Dinleyen kim vire, ben konuşurum bir kulağından girer
öbüründen çıkar, olmaz kale!
Geçen
defa eski bir arkadaşımla gelmiş, gecenin sonuna doğru incir çekirdeğini
doldurmayacak bir sebepten kapışmıştık. O zaman anlamamıştım bu kadar kızdığını
şakaya vurdum.
- Ya Barba bu senin adına baktım sözlükten Latincesi
sakal demekmiş!
- Elinin körü demek! Ben sana ne diyorum sen bana ne
diyorsun kale, hadi öbürü cahil! Sen okumuş, yazmış adamsın. Meyhane adabı
öğreteceğiz bu yaştan sonra sana!
Söylene
söylene ahşap masadan kalktı Barba, utanmıştım açıkçası ama olan olmuştu. Ne
gelirse eski defterlerden geliyordu insanın başına, geçmişi herkes işine
geldiği gibi hatırlıyor, hayalle gerçek, olanla olması gereken birbirine
karışıyordu. Gecenin sonuna doğru tekrar geldi Barba, öfkesi geçmişti
- Yalnızdın bu
gece?
- Eylülle
vedalaştım, şimdi de gidiyorum.
Kapıya
yönelmişken gülerek seslendi.
- Yarın akşamda
uğra ekim de çok güzel aydır, hoş geldin deriz…
“ Siz şimdi
inanmazsınız ama vaktiyle bu serabın, sahilleri var, ayları yıldızları vardı.
Ben böyle
değildim, bu deniz böyle değildi.
Bambaşka bir
âlemdi, kımıldardı, akardı…”
Mithat
Cemal- Boğaziçi
Yorumlar
Yorum Gönder