Birini tanıdım...
Sıcak bir
günün gecesi, ne çok yol yapmışım bugün, “hanidiyse!” İzmir’e varmışım…
Dolap beygiri
gibi dolandım durdum oysa.
Köy
kahvelerinde küçük molalar verdim, ürkek, soran gözlerle bakan kasketli
ağabeylere; nereden gelip nereye gittiğimi ve oralarda ne işim olduğunu
anlattım, sonu “iyi iyi” diye biten cümleler dinledim…
“ Güzelmiş
senin iş” yorumlarına güldüm hatta bir tanesine arabanın anahtarlarını verip “gel
hayatları değişelim” dedim, özellikle son aylarda tiksindiğim cep telefonunu
hediye etmek için üsteledim.
Eski
gazeteleri okudum.
Bir yerde,
akasya ağacının altında otururken acaba bu köyde doğup büyüseydim, ne yapardım
diye geçirdim içimden…
Köyden bir
kızla görücü usulü evlendim, neden sevgilim değilse kız? Niye görücü usulüyse?
Yalınayak
gezen çocuklarımız oldu.
Yazları
tarlada çalıştık, kış ayları pek keyifli geçti!
Suyu buz,
kıvrıla kıvrıla akan derede balık da tuttum, yüzdüm de… Ağılımız, koyunlarımız
ve ineklerimiz vardı, çoban oldum bir süre, sabahları tavukları yemledim,
isimsiz çoban köpeklerimiz vardı, arkasında uyuduğumuz ekmekli sobamız, bahçede
meyve ağaçları, kuyumuz, kerpiç fırın…
Yemeklerimizi,
yere serdiğimiz sofra bezinin üzerinde yedik, yeni kalaylanmış sinimizi
görecektiniz!
Kar yağarken
ava gittik arkadaşlarla, gümede kaldığımız gecelerde yalan hikâyeler anlattık
birbirimize…
Sonra
telefonum çaldı.
Bir çay içimi
sürede uzaklaştığım gerçekliğin tam ortasında buluverdim kendimi…(!)
Gölgesini
işgal ettiğim, o şarkılarda açan akasya ağacı ile bile vedalaşamadım…
Unuttum görücü
usulü evlendiğim karımı ve yalınayak gezen çocuklarımı…
Çay parasını
almadı kahveci, “gene gel” dedi, çökmüş avurtları ve dişsiz ağzı ile gülerken…
Kırk yıllık ahbabımdan ayrılır gibi korna çaldım giderken, el salladı adam…
Bir yerde de
leylekler kesti önümü, ne korktular ne kaçtılar.
Birini
tanıdım.
Yuvası vardı
bizim bacada eskiden!
Yorumlar
Yorum Gönder