Oturdum mu şu mutfak masasında ben o kadar?
Gülüyorum…
Sana değil…
Sana nasıl gülerim kim olduğunu bile bilmiyorum…
Böyük köşe
yazarı, kitap anlatmış bugün!
Merakla ne
yazacağını bekliyordum oysa…
Böyle günler de…
“Böyle günler de”
derken?
Böyle acılı
günlerde demek istedim… Ne yazacağını bilemiyor insan.
Benim karalamalardan
ne olacak, salata, ne bileyim tatlıdan sonra içilen su niyetine…
Balıktı,
midyeydi, oltaydı, meyhaneydi, sarhoştu, sahilde banktı, kuyruksuz kediydi,
akasya ağacıydı, öğlen uykusuydu, kitaptı…
Ivır zıvır
işte!
İnanmayacaksın
dün gece, sabahın üçüne kadar dört sayfa yazdım, tam Sevginar Hanıma
gönderecektim…
Eeee?
Sildim yazıyı…
Yarın iş var be oğlum Ali dedim… Sana mı kaldı memleket meseleleri dedim…
Vurdum kafayı yattım.
Bir rüyalar
bir rüyalar…
Adamın biri
musallat oldu rüyalarıma ya neyse, hayırlara çıka!
Bu kaçıncı
oldu beya…
Televizyona
bir çıkıyor, laf aramızda asker arkadaşımı görmüş gibi oluyorum…
Tanıyanlar
bilir benim geçim gazozdan…
Çorbayı
limonatadan çıkarıyorum.
Bu yazı işine
bulaşalı on yılı geçti… Mr Uygun sağ olsun benim beş para etmeyen, hoş hala
etmiyor, bedavaya…
Konum bu
değil!
İçeride
kuytularda bir yerlerde gizli, saklı kalmış demek ki açığa çıktı! ( Güldüm burada)
Adam tuttu
benim metelik etmeyen yazıları gazetesinde bastı…
Arkadaş bir
heves bende!
Gazetede çıkan,
imla kurallarından habersiz yazıları okuyan arkadaşlar da pohpohla(ma)dı mı
beni…
Bir gün Hıncal
gibi geziyorum diğer gün Çölaşan havaları…
“ Mürit
uçurur” derler ya, birkaç kişi de geldi; “Aliciğim sadece sana anlatıyorum
köşende yaz bunları” dedi mi?
Yazmadım tabi…
Deli miyim
ben!
Şimdi
düşünüyorum da azıcık politikaya bulaşsaydım, sebeplenirdim bu işlerden de
neyse…
Sonra Refik
ağabeylerin gazetesinde yazdım.
İstanbul’da…
Bak adı neydi o haftalık gazetenin… Onda yazdım, Tuzla’da bir gazetede yazdım…
Bir gezi
dergisinde yazdım…
Yerel bir
dergide yazdım
Bundan hiç
haberiniz yok mahlasla bir yerde yazıyorum! ( Gizem diye buna derim)
Milliyet Blog’a
karaladığım yazılardan bazıları Milliyet Gazetesi’nin eklerinde çıktı mı ağbi!
İşte o zaman,
ulusalda yazmanın ne demek olduğunu anladım.
Benden duymuş
olmayın, Trakya’da o yazıların yüzü suyu hürmetine bedava yediğim lokantalar
var!
Gandi meselesi
oldu…
Bir yazıyorum,
Çekirge karşılık veriyor…
Benim başlık
Vatan’da manşet!
O ara ben bir
işsiz kaldım mı?
Arkadaaaaş
benim susmayan telefon lal oldu mu sana…( O
günlerden sonra insanlarla mesafe koydum arama dışarıdan sosyal gibi görünürüm
de aralarına pek karışmam… Film icabı öyle… İdareten.)
Arayan yok,
soran yok, halin nicedir diyen yok…
Çok içten
yazıyorum; Allah Devletime zeval vermesin o işsizlik maaşını Yeniçiftlik
postanesinden çektiğim günlerin keyfini, o paranın kıymetini bir ben bilirim…
Hiç de unutmam. ( Hüzünlendim)
Ayaklar suya
erdi tabi…
Ayıldım!
Velhasıl orada
yazdım, burada yazdım, yazıyorum bir arpa boyu yol gidemedim…
Bir gece
oturdum hesap ettim iki bini aşkın yazı kaleme almışım, bin küsuru Milliyet
Blog’ta kayıtlı… Ivır zıvır şeyler…
Yazıları gece
karalıyorum…
İki bin yazı,
iki bin gece eder, iki bin bölü üç yüz altmış beş yapalım…
Beş nokta kırk
yedi yıl! Neredeyse altı.
Ulaaan…
Oturdum mu şu mutfak masasında ben o kadar?
Niye?
Sana
verebileceğim cevap yok!
Keyfine…
Bugün gazeteyi
aldın…
Çayını
söyledin, sahilde oturup, bir taraftan gelene geçene bakıyor, diğer taraftan
yazıyı okuyorsun...
“Memlekette
kıyamet kopuyor senin dünyadan haberin yok” deme…
Var!
Kendi halinde,
keyfine, bedava köşe yazanıyım ben…
Bak böyük
gazetelere…
Tatlı tarifi
veren var, kitap anlatan var, balık lokantası yazan var…
Yorumlar
Yorum Gönder