Günün başka saati olsa?

Tuvaletçinin çay demleyip sattığını simitçiden öğreniyorum...


Günün başka saati, civarda da kuytusuna oturulacak adam gibi bir çay bahçesi olsa, titizlenip burun kıvırabilirdim...



Beyaz peçetelerin ve limon kolonyasının üzerinden, hacetini giderenlerle, tuvaletçinin para alışverişi yaptığı cam bölmeden kafamı uzatıyorum...

Ellili yaşların sonlarında olduğunu tahmin ettiğim, saçı sakalı birbirine karışmış kasketli bir ağbi, pijamalı en ev hali ile ki muhtemelen orada yatıp kalkıyor, televizyon izliyor...

Yüzüme bakmadan ancak benim duyabileceğim bir ses tonu ile

“ Elli kuruş...”

“ Tuvalete girmedim...”

“ Seni girerken görmedim zaten! Çay elli kuruş... Bozuğun yoksa çay da yok! Az önce birine yirmi lira bozdum...”

Parayı uzatıp, küçük tüpün üzerinde kaynayan devasa demlikten, karton bardağa doldururken köpüren çayımı iki şekerle birlikte alıyorum...



Saat sabahın altı buçuğu, güneş henüz doğmamış ve Yenikapı’dan Mudanya’ya gidecek olan feribotun hareket etmesine bir saat var...



Tuvaletçiden korktuğu için mi yoksa belediye izin vermediğinden mi çay sat(a)mayan simitçinin müşterisi olup, çam ağaçlarının altına, benden başka da yolcuların bekleşip, soluklandığı duvarın üzerine, sanki ayrılık öncesi, bir daha görüşmeyecekmişçesine el ele tutuşmuş bir çiftin, hüznün yanına oturuyorum...

Serin...

Etraf kalabalık lakin kimsenin konuşmaya mecali yok...

Afyonu patlamamış, sabahın o saatinde yolculuk yapmak zorunda kaldığı için mutsuz ve telaşlı insanlar, ifadesiz yüzleri ve uykulu gözleri ile nehir olmuş akıyor...

Makyajlı, saçları fönlü kadınların bu hale gelebilmek için kaçta uyandıklarını merak ediyorum!



Başörtülü, iliklediği beyaz pardösüsünün düğmeleri fırlamak üzere olan bir kadın, sıralanmış araba kuyruğunun arasında dolaşıp, ısrarcı hareketlerle el örgüsü şal ve eldiven satmaya çalışıyor...



Dakikalar geçtikçe kış uykusundan uyanır gibi, silkinip gözlerini açıyor dev İstanbul...

Güneşi karşılayan kumrular susuyor...

Serçeler kaldırımlardan dallara, havanın aydınlanması ile özgürlükleri kısıtlanan ve görünür hale gelen börtü, böcek, sokak köpekleri ve insandan hazzetmeyen ne varsa, içerleklere sığınmak zorunda kalıyor...

Deniz çekiliyor bir nevi...

Karıncalar bahtsız balıklara çöküyor(!)



Parlak siyah ayakkabılı, beyaz gömlekli, lacivert ceketi sarı düğmeli bir adam yanaşıyor yanıma...

Saçlarını yana doğru tarayıp gizlemeye çalışsa da bildiğin kel çaresiz!

Kendi ile barışmak, aynada gördüğünü kararında sevmek varken...

Bilmediğini biliyormuş, yaşamadığını yaşamış ve kusurlarını saklamaya çalışırken komik oluyor insan!

Kabullenmek ne kolay aslında...



Çayı nereden aldığımı soruyor... Cevabım sanki dünyanın en olmaz şeyini söylemişim gibi yüzünün ekşimesine sebep oluyor...



Günün başka saati olsa?

Değil!

Ve civarda kuytusuna oturulacak adam gibi bir çay bahçesi de yok!

Bulduğunla yetinmeyeceksin de...

Ne yapacaksın?











Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Uludağ Doğal Madensuyu'nun 100 Yıllık Hikayesi

Eşeklerin gözleri güzeldir!

Birini tanıdım...