Kayıtlar

Öne Çıkan Yayın

Balıkçı Kahvesi

Resim
Güzel bir sabah, deniz çarşaf gibi, daha dün geceye kadar lodosun bahar temizliği vardı! Dalgalar koca, nasırlı elleriyle kıyıyı dövüyor, yaşlı balıkçı teknelerinin yorgun kemiklerini kütürdetiyor, denizde insana ait ne varsa, yosunlarla beraber kumsala atıyordu. Balıkçılar, meraların, taşların neredeyse kurumaya yüz tuttuğunu biliyor, kuytusuna sığındıkları balıkçı kahvesinde eski günleri anıyorlardı. Ah, o eski günler! Karagözler, sinaritler, akyalar ve hatta kılıçbalıkları… Nisan ayı gelmesine rağmen kahvehanenin kamyon jantından yapılmış sobası tütüyor, yıllar geçtikçe müdavimler bir bir eksiliyordu. Eksilen müdavimlerin yerine, emekli olduktan sonra baba ocağına dönen, başka bir hayata başlamak isteyen, işe yaramamanın şaşkınlığını yeni yeni hissetmeye başlamış, evde hanımların dırdırından bıkmış yeni müdavimler geliyordu. Hepsi de zamanında çok önemli insanlardı, feleğin çemberinden geçmiş, dalganmış da yıllarla durulmuşlardı. Samimiyet arttıkça kimi torunlarını ö

Arı

Resim
“Bir arıyı kokladığınız oldu mu hiç?” diye sormuş Yaşar Kemal. Arının koktuğunu kimse bize söylemedi ki! Aklımıza da gelmedi, başka şeylere kafa patlatıyorduk biz. Geçinmeye çalışıyorduk mesela, savaş çıkar mı diye endişeleniyorduk, elimizde avucumuzda olmayan, adını sürekli duyduğumuz dolar kemiriyordu beynimizin kıvrımlarını. Dolar çok yükselirse biz aç mı kalırdık? Dolar düşerse zengin mi olurduk? Sonra küresel ısınma vardı, kredi kartı borçlarımızı ödeyemiyorduk fakat buzullar eriyordu işte. Batmaz denilen koca gemiyi de bu dibi görünmeyen buz dağları batırmamış mıydı? Hani müzisyenler son dakikaya kadar keman çalıyordu. Filmini yapmışlardı da sarışın çocuk denizin maviliğinde kaybolurken hepimiz ağlamıştık, gençtik o zamanlar. Amerika’nın dostumuz mu, düşmanımız mı olduğu konusunda da kafamız karışıktı, ne yani başımıza bir hal gelirse yardımımıza Rambo yetişmeyecek miydi? Ya Rocky? Apollo öldüğünde de hepimizin gözleri sulanmıştı, yazlık sinemadaydık, genç

Eylüle Veda

Resim
Siyah paltomu, botlarımı giyip çıktım evden. Nasıl soğuk! Kış gibi, yağmura aldırmadan, su birikintilerine basmadan, kenardan, saçak altlarından, ellerim ceplerimde yürümeye başlıyorum. Eylülün son günü bugün, sahile inip iki tek atmak niyetindeyim. Soran olursa eylülle vedalaşıyorum diyeceğim. Küçük meyhanelerin, çorbacıların, köftecilerin omuz omuza verdiği Arnavut kaldırımı sokaklardan deniz kenarına iniyorum. Balık ekmeğe, uskumruya, palamuta kesmiş, yan yana rengârenk sandallar sıralanmış duman dumana ortalık. Koku gözümü döndürüyor, yarım ekmeğin arasına kıyılmış soğanlarla sıkıştırılmış uskumruya girişiyorum. Sarışın, yeşil derin gözlü, sakallı balıkçıya soruyorum sonra -       İthal mi uskumru? -       Yerli arkadaşım, bu sene bol mübarek. -       Turşu suyunu sen mi yapıyorsun? -       Benim ortanca kız yapar . İstememi beklemeden elindeki kepçeyi, turşu kavanozunun içine daldırıyor, içine lahana ve salatalık dilimi attığı bardağı uzatıyor. Bir yudum

Eskiden Dutluktu Buraları

Resim
Yusuf Atılgan’ın Anayurt Oteli masanın üzerinde, Çanakkale’de Şakir’in Yeri’ndeyim. Önü deniz, olta atanlar, sohbet edenler, okey oynayanlar, sabah yürüyüşünü bitirmiş kahvaltı edenler var. Zebercet’i anlamaya çalışıyorum. Olup biten onca şey varken ille de Zebercet’i anlayacağım! Bir yazar neden kahramanının ismini Zebercet koyar? Yazarın sağlığında sorulmuştur mutlaka… Eskiden kalabalıkta kitap okuyamazdım, ayıpmış gibi gelirdi, etraf bana bakıyormuş gibi gelirdi, kitap yalnız okunurdu şimdi fark etmiyor. “ Bir eylemin ertesini, sonuçlarını göze alabilirse ya da bunlara kayıtsız kalabilirse insanın yapmayacağı şey yoktu r” cümlesini okuduktan sonra televizyonda izlediğim görüntü geldi gözümün önüne… Bir markette kasa önü sırası, onlu yaşlarda bir çocuk var, cebindeki yüz lirayı düşürüyor arkasındaki yaşlı adam düşen parayı görüyor, eğiliyor bacağını kaşır gibi yapıp yüz lirayı cebine indiriyor, çocuk parayı düşürdüğünü fark edip ağlayarak marketin içinde aranmaya başl

Birini tanıdım...

Resim
Sıcak bir günün gecesi, ne çok yol yapmışım bugün, “hanidiyse!” İzmir’e varmışım… Dolap beygiri gibi dolandım durdum oysa. Köy kahvelerinde küçük molalar verdim, ürkek, soran gözlerle bakan kasketli ağabeylere; nereden gelip nereye gittiğimi ve oralarda ne işim olduğunu anlattım, sonu “iyi iyi” diye biten cümleler dinledim… “ Güzelmiş senin iş” yorumlarına güldüm hatta bir tanesine arabanın anahtarlarını verip “gel hayatları değişelim” dedim, özellikle son aylarda tiksindiğim cep telefonunu hediye etmek için üsteledim. Eski gazeteleri okudum. Bir yerde, akasya ağacının altında otururken acaba bu köyde doğup büyüseydim, ne yapardım diye geçirdim içimden… Köyden bir kızla görücü usulü evlendim, neden sevgilim değilse kız? Niye görücü usulüyse? Yalınayak gezen çocuklarımız oldu. Yazları tarlada çalıştık, kış ayları pek keyifli geçti! Suyu buz, kıvrıla kıvrıla akan derede balık da tuttum, yüzdüm de… Ağılımız, koyunlarımız ve ineklerimiz vardı, çoban oldum bir süre, s

Maymun da ağaçtan düşer

Resim
Kitap rafları arasında zaman öldürüyorum… Yeni çıkanlar, çok satanlar, satmadığı için yüzde elli indirimle okutulmaya çalışılanlar! Kalabalık. Kız tavlamak, piyasa yapmak, kültür abidesi gibi görünmek, okuyan, dünya umurumda değil, bana kitaplar yeter havalarına bürünmek için gelenler de var buraya… Canım sıkkın, ruh halimi değiştirmeye çalışıyorum, kişisel gelişim kitaplarından birini alıp tesadüfen bir sayfa açıyorum; “ Başrollerini Rihard Gere, Julie Christie’nin oynadığı ‘Power’ isimi filmi mutlaka izleyin” demiş yazar, ardından da eklemiş; “ adamlar daha 1986 yılında çözmüşler işi!” Adamların 1986 yılında çözüp, bizim saplanıp kaldığımız; imaj, vizyon, misyon meseleleri… Bu sayfayı açmış olmanın vardır bir hikmeti deyip, gömlek cebimden not defterini çıkarıp, filmin adını yazıyorum, bulunup, izlenecek, mesaj alınacak! İmaj? ‘Mış’ gibi yapma sanatı… Karizma? Ahmet Şerif İzgören MOKS adlı kitabında şöyle diyor; “ Karizma kitap kapağı gibidir, kapağa bakarsı

Gidiyor gönlümün efendisi

Resim
Pazar kahvaltısından sonra başladı her şey… Televizyonun karşısında üçlü kanepede sırt üstü yatıyorum, hava kapalı, haziran ayında olmamıza rağmen yağmur çiseliyor… Şimdi hatırlamadığım bir rüyanın ortasındayken, dünya dönmeye başladı… Nasıl fırladıysam artık, dönme on saniye kadar sürdü… Kalkıp duş aldım, bu defa yatak odasına attım kendimi… Gözlerimi kapattım, yine aynı dönme… Uyudum, dünya döndü, uyandım dünya döndü… Akşam oldu… Ünal’ı aradım; “ gel arkadaş iyi değilim ben…” Beş dakika sonra kapının önüne geldi sağ olsun… Neden bilmem devlet hastanesine gitmeye karar verdik… Kalabalık! Gençten biri kavga etmiş, kimleyse artık, burnuna yemiş yumruğu… Polislere hararetli hararetli bir şeyler anlatıyor… Dinleyen polisi mahalle kahvesinden tanıyorum… Numara alıyorum; 244… Annesinin kucağında baygın bir yavrucağı apar topar sokuyorlar acile… Her ne olsuysa iki ayağı sarılı bir adam… Kafası sarılı bir kadın, O’nun da polislerle işi var… Kocası dövmüş herhalde