Gidiyor gönlümün efendisi
Pazar
kahvaltısından sonra başladı her şey… Televizyonun karşısında üçlü kanepede
sırt üstü yatıyorum, hava kapalı, haziran ayında olmamıza rağmen yağmur
çiseliyor…
Şimdi
hatırlamadığım bir rüyanın ortasındayken, dünya dönmeye başladı… Nasıl
fırladıysam artık, dönme on saniye kadar sürdü…
Kalkıp duş
aldım, bu defa yatak odasına attım kendimi… Gözlerimi kapattım, yine aynı
dönme…
Uyudum, dünya
döndü, uyandım dünya döndü… Akşam oldu…
Ünal’ı aradım;
“ gel arkadaş iyi değilim ben…”
Beş dakika
sonra kapının önüne geldi sağ olsun…
Neden bilmem
devlet hastanesine gitmeye karar verdik…
Kalabalık!
Gençten biri
kavga etmiş, kimleyse artık, burnuna yemiş yumruğu… Polislere hararetli
hararetli bir şeyler anlatıyor…
Dinleyen
polisi mahalle kahvesinden tanıyorum… Numara alıyorum; 244…
Annesinin
kucağında baygın bir yavrucağı apar topar sokuyorlar acile…
Her ne olsuysa
iki ayağı sarılı bir adam…
Kafası sarılı
bir kadın, O’nun da polislerle işi var… Kocası dövmüş herhalde ya sevgilisi…
“Davacı değilim” diyor, başka bir şey söylemiyor…
Trafik kazası
olmuş, koştura koştura iki sedye…
234
235
236
237
Ne hızlı
doktor!
Hasta
arabasında yaşlı bir amca, pijamalarla, naylon banyo terlikleriyle fırlamış
evden, yanında iki kızı…
238
239
240…
Güvenlik
tekrar bağırıyor; “ iki yüz kırk!”
“ Beklerken
öldü” diyor arkadan bir ses… Ayıpmış gibi ağzımızı kapatarak gülüyoruz…
“İki yüz
kırk!”
Herkes burada
iki yüz kırk yok.
241
242
243
244!
Fırlıyorum…
Yeşil gömlekli bıyıklı bir doktor, elimdeki fişleri masada oturan beyaz önlüklü
bayana veriyorum…
Neyin var
ağbi?
Başım dönüyor…
Köşedeki
iskemleyi işaret ediyor, “otur şöyle…”
Miden
bulanıyor mu?
Hayır
Tansiyonunu
ölçelim bakalım.
Sağ kolumu
uzatıyorum, şişiriyor…
Hımmm… Düşük!
Ağbi; büyük bir olasılıkla tansiyon hastası olacaksın sen bir hafta boyunca
yemek yedikten beş dakika sonra günde iki defa tansiyonunu ölçtüreceksin, bir
kenara yazacaksın, tamam mı?
Tamam!
Sonra dâhiliyeye
gideceksin!
Tamam mı?
Tamam.
Hadi geçmiş
olsun!
İlaç
vermeyecek misiniz?
Hayır,
şimdilik gerek yok…
Teşekkür edip,
çıkıyorum odadan… Ünal ne olduğunu soruyor; “ tansiyonmuş” diyorum…
“Ben demiştim”
diyor…
Vurup kafayı
yatıyorum, gece boyunca, dön baba dönelim, dön baba dönelim…
Sabah haftalık
toplantı var, benim kafa bir ton…
Nuri Baba’nın
kahvede bahçede yapıyoruz toplantıları, nedenini niçinini aklıma eserse bir ara
anlatırım…
Defteri almak
için kalkıyorum masadan…
Bahçe
kapısında kalıyorum…
Park etmiş
dört araba var… Hangisi benim?
Yıllar önce
bahar turnuvalarında top peşinde koşarken yaşamıştım aynı duyguyu…
Sağ bek
oynuyorum, rakip oyuncuyla hava topuna çıkıyoruz, koç gibi tokuşuyoruz… Yerden
kalkıyorum saha içinde geziyorum öyle…
Hangi takımdan
olduğumu kestiremiyorum…
Formaların
renklerine bakıyorum, futbolcuların yüzlerine, yok Allah yok, hangi taraftanım
ben?
Kafası kesik
tavuk gibi dolaşmamdan başıma bir iş geldiğini anlıyorlar tabi, iki kişi koluma
giriyor, biri başımdan aşağı soğuk su döküyor, biri tokatlıyor…
Tokat mı iyi
geliyor? Soğuk suyun yüzü suyu hürmetine mi bilmem! Kendime geliyorum…
Soru hala aynı,
hangi araba benim?
Masaya
dönüyorum tekrar, hastaneye gideceğimi söyleyip ayaklanıyorum…
Az önce
tansiyonumu ölçtüler, normal.
Nörolojideyim…
Gözlerim
kararıyor…
Kararıyor mu,
dönüyor mu?
Dönüyor…
Yer mi
dönüyor, oda mı?
Oda.
Miden
bulanıyor mu?
Hayır.
Çift görüyor
musun?
Hayır...
Sağ elinin
işaret parmağını burnuna değdir…
Yapıyorum.
Tamam, şimdi
sağ tarafına yat
Oda dönüyor…
Şimdi soluna
Yine oda
dönüyor…
Seni
yatırmamız lazım…
Çok işim var!
Yatman lazım
oğlum!
Baş
dönmelerinin %80’ninin sebebi bilinmezmiş, her şey olabilir yani!
Kırkını
devirmiş, yüz okkanın üzeri bir adamda da her şey olabilir…
Acile yakın
dört kişilik bir odaya yatırıyorlar beni, serum bağlıyorlar…
Diğer üç
kişinin serumu beyaz benimki; yeşil…
Uyuyorum…
Ama nasıl
keyifli bir uyku!
Bir adamın
sesine uyanıyorum, perdenin diğer tarafında telefonla konuşuyor; “ anneme
çarpmış namusuz!” cılız bir kadın sesi geliyor; “ yok bir şey be oğlum”
“ Sen sus anne
bütün tahlilleri yaptıracağız, ödeyecek!”
Uyuyorum…
Ayakları
titreyen bir adamı yatırmışlar sağ tarafımda kalan yatağa, öğürüyor, daha önce
ameliyat olmuş, her şey normalmiş fakat ne olduysa?
Telaşlı
herkes, doktorlar, yakınları…
Enver su
getirmişti, izin isteyip alıyorlar, adam içiyor, tekrar öğürüyor, yüzünü
göremiyorum…
Uyuyorum…
Yaşlı bir
amca, olanın bitenin farkında değil, kalbinde sorun varmış, elleri yumruk,
rengi solmuş…
Serum bitince
tekrar doktorun yanına gidiyorum…
Bir serum daha
bağlıyorlar…
Torbadan içime
damlayan yeşil sıvıya bakarken tekrar uyuyorum…
İki günde ne
çok uyudum ben!
Tahlillerim
geliyor, her şey iyi…
“Bir de MR
çekelim” diyor doktor…
“Klostrofobim
var” diyemiyorum!
Hakikaten var
mı?
Uydurdum mu?
Gençten bir
arkadaş usulünce anlatıyor; “ yaklaşık on beş dakika sürecek, bitmeden önce
geleceğim kolundan ilaç enjekte edeceğim...”
Üzerimde metal
namına ne varsa çıkarıp yatıyorum fırın tahtasına, kırmızı kulaklıkları
takıyorum, yüzüm bir kafesin içinde, bir tıkırtı geliyor, fırındayım…
Araftayım, her
an çıkarın beni buradan diye çığlık atabilirim
Fakat atmam
lazım…
Sesler,
takırtılar, gümbürtüler…
Yaklaşık beş
dakika sonra kulaklıktan ses geldiğinin farkına varıyorum; Ebru Gündeş!
Şarkı; Gidiyor
gönlümün efendisi… Unutmam artık bu
şarkıyı…
Ulan beyin
MR’ı çektiren adama çalınacak şarkı mı bu!
Tamam dedim
mesaj bu, beyine giden damarlar tıkalı, sıçtık!
Şarkının
sözlerini dinlerken dediği gibi geldi çocuk kolumdan bir şeyler…
Uzatmayayım;
Orhan Gencebay’a bağlamışım işi…
Dünya dönüyor,
dönecek…
Vertigo
olmuşum!
Yorumlar
Yorum Gönder