Yemek de boş içmek de
Kent Meydanı yazan devasa binanın altındaki
iskendercide karnımızı doyurduktan sonra ara sokaklardan kaldığımız otele
yürüyoruz…
Saat akşamın
sekizi…
Arkadaşlar
yorgun olduğunu söylüyor, odalarına çekiliyor.
Oyun
bozulmasın diye ben de odama çıkıyorum…
Cam
kenarındaki berjerin yanına küçük bir sehpa koymuşlar…
Mini bir vazo…
Yapma kırmızı çiçek…
Perdeyi
çekince denizi görsem ya!
Ay, yakamoz,
savrulan çakıl taşları, bir iki telaşlı martı…
Perdeyi
çekiyorum…
Günlerden
pazar olduğu için kapalı iş yerleri!
Tramvay
geçeceği için bir tarafı kazılmış cadde… Tek tük geçen arabalar… Yalpalayarak
yürüyen, gündüzden başlamış, kandili kim bilir nerede söndürmüş iki sarhoş…
Yatağın
üzerine bırakıyorum kendimi... Dalmışım!
Sanki bir yere
geç kalmışçasına fırlıyorum… Saat dokuzu çeyrek geçiyor.
Duş alıp
otelden çıkıyorum…
Taksi
durağında elleri ceplerinde, bıyıkları yeni terlemiş bir delikanlı karşılıyor
beni, Arap Şükrü’ye getiriyor…
Karşılıklı meyhanelerin
sıralandığı, arnavut kaldırımı dar bir sokak…
Bursa’nın
Kumkapısı.
Bir tutam çiçek pasajı,
bir çimdik balık pazarı, bir gıdım da Nevizade
Isıtıcılar
dışarıya çıkarılmış…
Masalarda
kadınlı erkekli guruplar…
Ud, keman,
klarnet sesleri, balık ve anason kokusuna karışmış.
Sokağın sonuna
kadar yürüyorum önce, tenha bir meyhanenin kuytu masasını beğenip oturuyorum…
Garsondan
önce, tedirgin fakat alışılmış adımlarla yaşlı, başörtülü, siyah mantolu bir
kadın yaklaşıyor yanıma, torbasından bir tespih çıkarıp önüme koyuyor…
“ Ben dilenci
değilim… Torunum hasta!”
İki paralık tespihe yirmi lira verdikten
sonra dilenci ile arasındaki farkı sorguluyorum… Torununun hasta olduğuna da
inanmıyorum üstelik… Farklı bir ruh hali o! Başımda dikilmesin, istediğini
vereyim de rahat bıraksın… Biraz ayıp olmasın veya dediği gibi ya torunu hastaysa ihtimali… Zoraki,
ekşi bir şey… Yaşamışsınızdır, bilirsiniz!
Otuz beşlik
söylüyorum…
İki dilim
balık pastırması, lakerda, kavun, Gelibolu’da İlhan’ın yerinde yiyene kadar
yüzüne bile bakmadığım deniz börülcesi, beyaz peynir, kalamar…
Askere gidecek
olan arkadaşlarını uğurlamak için toplanmış, tavırları dizi karakterlerini
andıran, dilleri dolaşan, cümlelerin sonunu getiremeyen, sebepsiz gülen,
onlarda saklı sebeplerle gözleri dalan, hüzünle neşe arasına sıkışmış, gençleri
izliyorum.
İnce bir
yağmur başlıyor…
O sevdiğim
amaaan sende hali, umursamazlık, rehavet çöküyor üzerime.
Can Baba’nın
sözleri geliyor aklıma;
“ Yemek de
boş, içmek de… Hatta yeri gelmeden sevişmek de…”
O, sonbahar
gözlü, gece renkli kedi sürtünüyor paçama, irkiliyorum!
Fotoğraf: MADA
Yorumlar
Yorum Gönder