Necmiye kim?
Yer aynı yer…
Kestaneci neredeyse aynı adam, çökmüş, saçı sakalı birbirine karışmış, mutsuz
ve sinirli...
Gömleği ütüsüz,
ceket; dün gece battaniye olarak kullanılmış gibi… Sanki kestaneci bir köşeye
kıvrılıp yatmış da, ceketini de üzerine örtmüş!
Karşısındaki
daha yaşlı olan ve işitme cihazı kullanan adam, ağabeyi… Aralarında bir husumet
var ama ne?
“Miras” diyeceğim…
Değil.
Karıları
çekişmiştir bunların… Biri diğerinin dedikodusunu yapmıştır, berikinin kulağına
gitmiştir, öteki işin içine girince kıyamet kopmuştur…
Belki
kestanecinin karısı terk etmiştir evi!
Ya da bunu eve
almadı… Olabilir.
Ceketin hali
ne öyle?
Yine para vardır işin içinde… Kestaneci
ağabeyi olan simitçiye borç vermiştir, yengenin de haberi vardır…
Zayıf, kuru,
fenalıktan et tutmayan bir kadındır… Yumruk yaptığı iki elini beline dayayıp
bağırmıştır kestaneciye; “ sen ne biçim adamsın, alacağını isteyemiyorsun, git
yakasına yapış!”
Pabuç pahalı
olunca…
Kahvede iki
saat oturup dünyanın çayını içip, ağabeyinden parayı nasıl isteyeceğini
düşünmüştür kestaneci…
Vermeseydi
daha iyiydi ya!
Biraz mahcup, “yok”
demiştir ağabey… “ Olsa vermez miyim?”
Evine
dönmüştür…
Bire bin
katarak anlatmıştır olanı biteni; “ kapıyı açınca yakasına yapıştım, ver dedim
ulan paramı… Çocuklarının üzerine yemin etti, yokmuş!”
Oturduğu
yerden fırlamıştır kuru kadın, sinirden bir ayağını yere vurmuştur; “ parası
yok da o sidikli Necmiye’ye bileziği nasıl aldı?”
Belki
kestaneci ve işitme cihazı kullanan simitçi, kardeş bile değildir…
O zaman o kuru
fena kadın nereden çıktı?
Necmiye kim?
Resim: Hakan Şimşek
http://www.hakansimsek.com/
Yorumlar
Yorum Gönder