Satıcının kapısı açık olur, zilli olmaz

İki köyü birbirine bağlayan, tozlu daracık bir yoldan, bostanların, meyve bahçelerinin arasından geçiyoruz...


Kiraz ve erik ağaçları bereketten yıkılıyor!

Sahipsizmiş gibi duran tenha bahçeleri geçip, kiraz toplayan bir gurubun yanına park ediyor, araçtan iniyorum;

“ Selamünaleyküm...”

“ Ve aleykümselam!”

Ağaçları gösterip;

“ Ücreti karşılığında toplayabilir miyiz? Ağaçtan kiraz yemeyeli çok oldu.”

Ben yaşlarda, terden gömleği sırtına yapışmış tombul, bıyıklı bir adamla konuşuyorum.

“ Bilmem, Ona sor.”

Adamın parmağı ile gösterdiği yöne çeviriyorum kafamı... Kaşları çatık, hafif asabi, bastonu, yeleği, gri takım elbisesi ve fötr şapkası ile dizi setinden ayağı kaymış da buralara düşmüşe benzeyen, yetmişli yaşlarda olduğunu tahmin ettiğim bir amca yaklaşıyor yanıma...

Konuşmama müsaade etmeden iki avucunda tuttuğu kirazları uzatıyor;

“ Dalları kırarsınız siz şimdi!”

Amcanın vücut dilinden aldığım mesajla; “ kırmayız” diyemiyor, bozulduğumu da hissettirmemeye çalışarak, artık ne kadar gülümseyebiliyorsam, “ teşekkür” ediyorum...

Amca, mahcubiyetimi anlıyor!

“ İsteyeceksiniz tabi, göz hakkı var.”

Durduğuma pişman olmuş, iki avucumda kıpkırmızı taze kirazlar sırıtıyorum!

Ardımıza bakmadan arabaya binip uzaklaşmak üzereyken...

“ Bekleyin” diyor... Karşı bahçeye geçip kütür kütür iki avuç da yeşil erik topluyor...



Lafın burasında duygularımın karışık olduğunun altını çizmek isterim... Amcanın yerinde ben olsaydım bizim gibi bir aile gelip kiraz toplamak istediğini söyleseydi... “ Olmaz” diyebilir miydim? Şu an “diyemezdim” diye geçiriyorum içimden... Bir taraftan bizim gibi günde kaç kişi duruyordur acaba diye düşünüyorum... Amca geçmişte “toplayın” da demiştir ve gelenler kiraz ağaçlarının canına okumuştur... Muhakkak öyle olmuştur... Yoksa geçtiğimiz köyde 2,5 liraya satıyorlardı kirazın kilosunu! Bir taraftan; ne kadar alışmışız para ile iş yaptırmaya... Paranın hükmünün olmadığı yerde dilenciye dönüveriyoruz! Velhasıl tozlu yolda durduğuma da, o diyaloglara girdiğime de pişmanım!



Şaraphaneye gitmek, yerinden ucuza birkaç şişe almak, biraz da gezmek olsun diye düşmüştük o tozlu yola...

Şaraphanenin taş duvarları arasına mecburiyetten konmuş demir kale kapısı kapalı...(O zihniyet mümkün olsa kapı koymaz )

Sağ tarafta zil butonu, altında bir yazı var...

Butona basacakmışız, içeride kampana çalacakmış onlar bizi kabul edecekmiş!

Görende zanneder ki kalede şarap bedava!

Arkadaş, madem üzüm yetiştiriyor, madem şaraphane açmış, ürettiğini paraya çevirmek için de tecimevin var!

Çıngırdak neyin nesi?

Satıcının kapısı açık olur, zilli olmaz be yahu!



Birkaç şişeyi az bulurlar diye zile dokunamadık...







Uzun lafın kısası, bana öyle geliyor ki; insan, insandan bıkmış, hepsi o kadar...













Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Uludağ Doğal Madensuyu'nun 100 Yıllık Hikayesi

Eşeklerin gözleri güzeldir!

Birini tanıdım...