Olur mu olur

Ansızın, hiç hesapta yokken, öğle yemeğinin ardından üzerime çöken miskinliği, serin bir ağaç altında uyuma isteğini, orta şekerli kahve ile kovmaya çalışırken... Altında oturduğum akasya ağacının yapraklarına yağmur, ardından dolu taneleri düşmeye başladı!


Önce karasinekler ardından ben ve tanımadığım ne kadar kasketli adam varsa köy kahvesinin içine doluştuk...

Yarısına kadar dolu kahve fincanı ve bir bardak su dışarıda tahta masanın üzerinde kaldı!

Cama yakın oturdum...

Kahvehanenin bir duvarına iki raf çakılmış üzerine “Kütüphane” yazılmış...

Kitaplar emanetçiler tarafından alınıp getirilmediği için sararmış gazetelerin dantel örtü niyetine kullanıldığı raflar boş!

Kahveciye, sözde kütüphaneyi işaret ederek;

“ Ağbi kitaplar nerede?”

“ Amaaan bir ara er kavede kitaplık olacak dedilerdi, çaktırdılar bize bu tataları, rüya tabiri mabiri bulduk... Köyde kitap okuyacak adam mı kaldı, amma yaptın a! Erkez kasabada fabrikada çalışır... Bende kapatçam kaveyi zaten! Kapatçam kapatmasına ama sona napçam bilmem! Çay iççen mi?”

Olur, manasında kafamı salladım...

Çok geçmeden dumanı tüten ince belli masanın üzerine kondu, şekerleri bardağın içine atıp, karıştırdım...

“ Tolu fincanı kırarsa alırım parasını a! Zati takımı bozduk...”

Güldüm...

O da güldü...

“ Şaka beyav!”



Havalar ısındığı için kaldırılan sobanın hatta kömür kovasının yeri belli...

Köşede miskin gri bir kedi, duvara asılmış tel kafeste bezgin kanarya, masanın üzerinde benden önce oturan canı sıkkın bir adamın fal baktığı iskambil kâğıtları var...

Sahi, bir de sonu “hanemizde” diye biten düğün davetiyesi!



Kapı çalar tanıdık biri düğün davetiyesi getirir, tarihe bakar davetiyeyi bir kenara kaldırır, içinizden “ daha çok var” diye geçirirsiniz ve zaman göz açıp kapayana kadar geçer, kendinizi düğünde bulur... Sonra düğüne gittiğinizi bile unutursunuz...



Niye düğüne gider insan?

Diğerleri kendi düğününe gelsin diye mi?

Topluma “biz evlendik” demek, birlikteliği hep beraber kutlamak, “ bakın ne kadar mutluyuz-u göze sokmak, biraz da nispet yapmak için mi?



Kimse pişman olmak için düğün yapmaz!

Kimse kafasına vurmak için evlenmez...

Pişman olmak için bu kadar zahmete katlanmaz yani...

Kredi çekmeler, uzun süreli borçlara girmeler, eşyalar, düğün salonları, bitmek tükenmek bilmeyen alışverişler... Şu masanın üzerinde duran davetiyeyi bile bastırmak mesele olur yerinde... Ara açar, hır çıkartır... Her şey tamamken caydırır adamı...

Ben bilmiyorum ama davetiye yüzünden ayrılanı vardır!

Ya iskambil kâğıtlarından fal bakan canı sıkkın adamın davetiyesiyse bu!

Olur mu?

Olur!



Yağmur yağmıyor da sanki bulutların arasına saklanmış haylaz çocuklar kovalarla su döküyor...



Bir çay daha söylüyorum.



Murtaza Çavuş ve Hacer Ana geliyor aklıma...

Lüleburgazlı bunlar!

Bundan tamı tamına 66 yıl önce 1946 yılının mayıs ayında, Murtaza Çavuş Hacer Ana’yı İstanbul’a getiriyor... Koltuklarının altında 310 kuruşa aldıkları bakır tencere...

Beyazıt havuzunun kenarındaki kanepelerden birine oturmuş, aklı sevgilisinde bir adama önce Beyazıt Camini sonra Ali Sofya’yı! Soruyorlar...

Adam; Sait Faik!

Ben Lüleburgaz’dayım...

Şu evlenenlerden biri Murtaza Çavuş’un torunu olmasın sakın!

Olur mu?

Olur!



Tolu! Fincanı kırmış...





Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Uludağ Doğal Madensuyu'nun 100 Yıllık Hikayesi

Eşeklerin gözleri güzeldir!

Birini tanıdım...